Quantcast
Channel: Gürsel Korat
Viewing all 198 articles
Browse latest View live

ANKARA'NIN KÖY ESTETİĞİ

$
0
0



Anadolu yollarında arabayla giderken yoldan birkaç kilometre içeride olan bazı kasabaların “giriş kapısı”nı ana yol üzerinde görürsünüz. Üzerinde de “Yeşilyurt Kasabası’na Hoş Geldiniz” gibi şeyler yazar.
İl ilçe yönetimi terminolojisinde “kasaba” diye bir kavram olmadığı için, aslında büyükçe köylerin bilinme ve tanınma arzusundan kaynaklanan o kapıları pek de saçma bulmam. Sonuçta çok küçük olan, tarihsel veya ekonomik açıdan kayıtlara bile girmeyen o köyler, orada yaşayanların kendini gösterme arzularını artırmıştır; o görünme arzusunda anlaşılır bir şeyler vardır. Üstelik o köye gitmeye kalkacak yabancılar için büyük bir kolaylıktır bu: “Aksaray Nevşehir yolu üzerinde kırkıncı kilometrede bizim köyün girişini görürsün” dediler mi, olur biter.
Buna isterseniz “köye giriş yolu estetiği” diyelim.
Kent köyden bir şey öğrenmez, bunu katı bir öğretici tavrıyla değil, üniversitelerin, sermayenin, kültürel çevrelerin şehir merkezinde toplandığı bilgisinden hareketle, yumuşak bir ses tonuyla söylüyorum. Şehirde falanca yerde gördüğün şeyin çağrışımıyla bir şey yapılmaz. Çünkü bu davranış köylülere aittir ve “köye giriş yolu estetiği” sayısız örneği olan, “biz de aynısından yapalım” denilmesi mümkün, basit, işlevsel ama estetik dışı bir aklın ürünüdür. Dünyanın hiçbir yerinde şehre kapılardan girilmez, böyle bir şey surlarla çevrili ortaçağ kentlerinde olurdu, günümüzde bunu yinelemeye kalkan çıkmaz.
Hele tarihi iyi korunmuş Roma, Venedik, Viyana, Stockholm, Petersburg gibi şehirlere, her biri için beş milyon lira harcayarak beş kapı yapın bakalım, ne olur! Bu nasıl yoğurdun bolluğudur anlamadım: Ankara şehrinde yirmi beş milyon lira harcanarak üstüne “Ankara’ya hoşgeldiniz” yazacağınız bir “kapı”ya hangi akılla evet denmiştir? Bu köy estetiği hangi aklın ürünüdür? Bu kapıları görenler “Belediye Başkanı amma da çalışmış ha” diyerek köylü vezninde bir övgü cümlesi söyleyeseler ne olur, söylemeseler ne olur? Bu nasıl bir beğeni halidir? Ankara beş milyoluk şehir oldu, yoldan geçerken görmeden geçeceğiniz bir köy değil. Buraya bir köy belediye başkanı gibi giriş kapısı yaptıran adama bir başkent daha kaç yıl müstehak olacaktır, bilinmez. Ankara’nın unutulmayacak yanılgısı, ülkeyi pespaye bir taşraya çeviren sağcılığı desteklemesi değil, Melih Gökçek gibi birini üst üste dört kez belediye başkanı seçmesidir. Bu şehirde nasıl hangi cinsten insanlar çoğunluktadır ki, böyle bir başkan açık ara yirmi yıl bu şehri yönetecek oyu toplamıştır?
Bu seçimde Ankaralının deyimiyle “bağırta bağırta” Melih Gökçek’i oradan indiremeyen Ankara’nın geleceğe bakmaya yüzü yoktur; bu şehir giriş kapılarının parasından başlayarak sorulması gereken hesaplarla doludur. Metro ulaşımından mahrum edilen, ağaçları ve üniversite arazileri talan edilen bu şehir, başkent olduğunu o gün anlayabilir: Çünkü dur denilmesi gereken hal artık ayyuka çıktı. Köyleri şehir estetiğiyle yönetmeye kalkmaktan daha saçma bir durum önündeyiz, şehirleri köy algısıyla yönetenler başımızdadır.


ALİ İSMAİL, ANNEN ADALET İSTİYOR

$
0
0


Kayseri 1969’da “komünistler camiye bomba attı” diyerek halkın galeyana getirildiği şehirdir. Belki anımsayan çıkar: Türkiye Öğretmenler Sendikası toplantısının yapıldığı sinema kuşatılmış, Fakir Baykurt başta olmak üzere Türkiye’nin seçkin insanları 1969 yılında Madımak benzeri bir katliamdan kılpayı kurtulmuşlardı.
1960’larda tüm Türkiye öğrenci olaylarıyla sarsılırken Kayseri’de gri devlet havası etnik, dinsel ve siyasi bir karanlığı halkın üstüne örtüyor, komünizmle savaşanların, Nur cemaatinin ve devletin karanlık gözlüklü adamlarının azimli propagandası her yerde çın çın çınlıyordu.
Fakat tarihin ilginç bir kazası olarak Deniz Gezmiş Şarkışla’da yakalandı ve ilk getirildiği yer Kayseri oldu. Gezmiş’in o ünlü parkasıyla fotoğraflarının çekildiği yer Kayseri’dir.
Biz Kayserili gençler yıldızın bu kadarcık ışık bırakarak göğe çekildiği bir yerden ilham aldık, halk ve özgürlük için mücadele vermeyi öğrendik. Kimseye zarar vermemiş, kimseyi öldürmemiş Deniz Gezmiş idam edildi, bu ülkenin adalet ve yargı sisteminin kimlerin yanında olduğunu gördük.
Eskişehir’de öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın Kayseri’de yargılanması bu nedenle çok anlamlıdır: Ali İsmail, halkının büyük bir çoğunluğu olayı çarpanlara ekleyerek büyütecek olan Eskişehir’de öldürüldü ama davası yöneticileri hakkı gösterenleri çarpacak olanlardan oluşan Kayseri’de görülüyor: Baksanıza, salona silahlı subay giriyor, valilik "Ne silahı, cep telefonu" diyerek açıklama yapıyor.
Ali İsmail’in ailesine ceza verir gibi Kayseri’ye alınan bu yargılama, tarihi çağrışımları bakımından hazindir. Fakat onu iyice hazin kılan şey, anne Emel Korkmaz’ın sanık polislere “Ali İsmail’in fotoğraflarına bakarak konuşun” demesini avukatların hakaret saymasıdır. Emel Korkmaz’ın sözlerinden anlıyorum ki, salonda çıkan kargaşada polisleri gören Emel Hanım “Katillerin önümden çekilmesini istiyorum. Ben oğlumu bu temiz ellerle büyüttüm. Onlara dokunmam” demiştir.
Belki de her katilin tepkisi kansız eli hakaret saymaktır, çünkü temiz el artık onun için hayaldir ve o eller okyanusla yıkansa temizlenecek gibi değildir. Macbeth’in kanlı elleri hiçbir Kayseri mahkemesiyle, hiçbir propagandayla, hiçbir idarecinin memurunu kollamasıyla temizlenemez.
Üstelik o kanlı eller Türkiye’de idari sopa olarak her gün, her ay, her yıl, onlarca yıldır aykırı gidenlere dokunur ve kim bu dokunuşla yaralansa ve dava açsa o dava başka yerde görülür, mağdurlar hak aradığına ve dava açtığına pişman edilir. 
Gözyaşı dökerek bu vicdansızlığı izliyor ve her gün linç üstüne linç yapılan bu dünyada katille kolkola yaşayan, bundan beslenen yöneticileri düşünüyorum.
Katiller, gencecik, ışıl ışıl bir delikanlının annesinin öfkesini ve temiz elini hakaret olarak gördü ya, insan ancak bu kadar dürüst ve bu kadar şerefli olur, diyorum.

ANKARA'DA BOĞAZ HAZIRLIKLARI

$
0
0


Eşref-i mahlukat Ankara’ya boğaz yapacakmış. Bir o eksikti. İnsanların boğazı zor doyuyor, arkadaşların fındığı bol olmalı ki, kırıp kırıp yiyorlar.
Ankara Boğazı da neymiş? İmrahor, Mogan, Eymir hattındaki su kaynakları birleştirilecek, oralar suyla doldurulacak ve üç yüz metre yüksekliğine varan Avrupa’nın en büyük binası/ (muhtemelen binaları) bu boğazı izleyecekmiş.
Bunun anlamı ne?
Bu arkadaşlar gerçek birer çevre düşmanı; birinci anlamı bu.
İkinci anlamı Ankara’daki doğal yaşam alanlarının yok edilmesi demek.
Üçüncü anlamı rant.
Ben "Avrupa’daki en yüksek bina bizde" diye niye sevineyim arkadaşım? İçinde eşref-i mahlukat oturacak ve milyonlarca kuşun göç havzasını yok edecek diye mi? Eşref-i mahlukat evinden baktığında su yığını görsün ve insana secde etmekle görevlendirilmiş kuşlar da defolup gitsin diye niye sevineyim?
Anlıyorum ki bazı insanlar yalnızca mahluktur, bazıları eşref-i mahluktur, bazıları en eşref-i mahluktur.
En eşref saatli, en pahalı kol saatli, en bilmem ne siteli bu mahluklar işlerine geldiğinde tanrısal düzeni övmek için evrendeki her şeyin “kılı kılına” hesaplandığını ve bunun hikmetini söylerler ama iş paraya geldiğinde hepimizin gözünün önünde ve açıkça ayan beyan görüldüğü üzere, o düzeni tanımazlar. Milyonlarca ağaç keser, AVM yapar, ormanlara maden ocağı kurar, her tarafa HES yaparlar.
Ankara Boğazı’nın hikmetini söyleyeyim de herkes duysun: Bu arkadaşların eşref-i mahlukattan sınıf arkadaşları SİNPAŞ konutlarını Eymir’in bitişiğine inşa ettiler, şimdi onbinlerce tuvaletin sifonunu bu göllerin üstüne çekmek için kılıf arıyorlar.
Ve nedense, bugün gölün tam ortasında, su yığınının içinde yangın çıkıyor!
İnananların ağzı var dili yok kuşlar için ellerini havaya kaldırmalarının ve yetiş diyerek yerlere kapanmalarının vaktidir.
Ben öyle yapmam, bunun nedenini bilen bilir, ben lanet etmekle yetinirim.

SEBA ŞEHRİNİN ÜÇ HARAMZADESİ

$
0
0



                                                  Caravaggio


Seba büyük bir şehirdi, ayakkabı kutusu kadar.
Pek ulu pek geniş ve pek uzundu. Bir gemicik kadar.
On şehir halkı oraya toplanmıştı: Hepsi de yüzleri yıkanmamış üç kişiden ibaretti.
Orada sayısız adam vardı, hepsi yalnız ölü hayvan eti yiyen üç ham adamdı.
Üç kişiden biri pek uzakları görürdü: Kördü!
Öbürü pek keskin işitirdi: Sağırdı!
Üçüncüsü çırılçıplaktı, giysilerinin etekleri uzundu.
Kör dedi ki: "İşte şuradan yargıçlar geliyor. Onlar hangi kavimdendir ve kaç kişiden ibarettir, hepsini görüyorum."
Sağır, "Evet ben de sesleri duydum, gizli açık tüm söylediklerini işittim."
Çıplak: "Eyvah! Gelirlerse giysilerimin eteklerini keserler!" dedi.
Kör: "Bakın yaklaştılar, kaçalım."
Sağır: "Gürültü yaklaşıyor, haydi!"
Çıplak: "Eyvah! Giysilerim ayaklarıma dolanıyor!"
Şehri bırakıp çıktılar. Koşa koşa bir köye geldiler. O köyde semiz bir kuş buldular, hiç eti yoktu. Kuşu yediler, fil gibi yediler, şiştiler. Bu endamla, kapı aralığından geçtiler.
Gittiler paralarını aramaya. Damlar üzerinde koşup duruyorlardı. “Paralarımızı gördünüz mü?” diye önlerine gelene soruyorlardı.
Geceydi. İbrahim Ethem tahtındaydı henüz. Yatmaya gidecekti. O sıra damda sert koşturmalar duydu. “Kimin haddine” dedi doğruldu ve sarayın penceresinden, “Kim var orada, bu saatte ne yapıyorsunuz?” diye bağırdı.
Üç kirli adam damdan seslendi:
“Kaybımız var onu arıyoruz.”
“Ne arıyorsunuz?”
Paralarımızı.
“Damda para aranır mı?”
“Ey gönlü geniş adam. Sen taht üzerinde otururken Tanrı’yı arıyorsun ya. Ne olmuş, biz de burada para arıyoruz.”
İbrahim Ethem çok utandı. Bir daha onu oralarda gören olmadı.
Üç utanmaz adam, Ethem’in tahtına kurulup Saba’yı yönettiler.
Koca bir şehirdi orası, bir izinsiz villa kadar.
Hırsla yönettiler, bütün dünyalıklarını tamamladılar.
Kördüler, sağırdılar ve çıplaktılar.
Fakat onlar Seba’yı yönettikleri o zamanlarda kabusa benzemeyen tek rüya bile göremediler.

(Mesnevi'den alınmıştır. Mesnevi'ye ait olmayan ifadeler italiktir.)

PLASTİK SANATLAR KAVRAMINI BİRİ YANLIŞ ANLADI

$
0
0


Plastik sanatlar kavramı baştan yanlıştır, doğrusu görsel sanatlar olmalıdır ama o yanlış bilgiyi yanlış anlayanlar yüzünden kentlerimizde tartışmasız sanat dışı ucube heykeller kök salmıştır. Birileri sanayideki tabelacıya gitmiş “Abi şöyle plastikten bir kuş yapacağız, bilgisayarda çizdir, iyice benzesin bak, yoksa karışmam” demiş, tabelacı da da canını dişine takıp isteneni yapmış gibi bir hal var. Belediyelerin “kent mobilyası” olarak kullanılacak heykelleri veya süsleri sanatla uğraşanlara yaptırmadığı  çok bellidir. Elbette “üretim” böyle olunca heykeller de şehirleri işportadan alınmış  gece lambalarıyla süslenen oturma odalarına benzetmiş durumdadır.
Belediye imar vermeyeceği yerlere kat çıkanlarla uğraşacağı yerde hiç anlamadığı sanata el atınca ortaya Türkiye’ye özgü bir görsel felaket çıktı. Başbakanın ve belediye başkanlarının sanat düşmanı olduğu bu ülkede, “plastik sanat seviciliği”ne direnmek gerekirdi ama ne yazık ki para, güç, hukuk ve yönetim, bilgisizin elindedir. Sanat bilgisinin basit bir beğeni ile ifade edilemeyeceğini, bunun tıpkı dini, bilimi veya felsefeyi bilmek gibi derin bir kavrayış sürecinden sonra mümkün olduğunu ancak eğitimi olanlar bilir. Bilgisize ve akılsıza yaptığının yanlış olduğunu anlatmak mümkün olmadığından, şehirler çıkarın ve ahlaksızlığın anıtları gibi irileşir, her türlü zevki, çevre değerlerini ve ortak çıkarları mahveden haydutluk da kendine zevksizlik dolu oyuncaklar edinir. Zevksizlik ve bayağılık her yeri öylesine sarıp sarmalamış görünüyor ki insan bildiği bütün hayret ünlemlerini kullansa bile onlar şaşkınlığı ifade etmeye yetemez.
Abarttığımı düşünenlere,  internette arama motoruna “kent heykelleri” yazarak elde ettiğim fotoğrafları göstermem yeterli olacaktır: Bir ülkenin nasıl yönetildiğini anlamak için heykellerine bakmak yeterlidir. Eğer inanç gereği heykel yapılmıyorsa o zaman da apartmanlarına bakılmalıdır.
Anladığım kadarıyla, sanatsal yapıtlar bir kenara bırakılırsa, ülkemizde üç tipte kitsch heykel grubu vardır.


Siverek, doğal yaşam! Sanki etnoğrafya müzelerinin dokuma tezgahı başındaki mankenden bozma "temsili" eski zaman insanları gibi! 


1.  Bir tarihsel anı veya pastoral yaşamı “canlandıran” heykeller.

Bunlar gerçekten bir olayın yaşandığı yerde o olayın kahramanlarının anısına dikilen heykellerdir veya yol kavşaklarında köylü yaşamını gösteren inekli, keçili, develi “durum” öyküleri içeren fiberglas, cam veya tunç oluşumlardır. Bunun en akıl almaz örneği Atatürk’ün Ankara’ya gelişini konu alan Dikmen Keklikpınarı’ndaki “temsili seymen” kalabalığıdır. Bu Atatürk Parkı’nda o kadar heykel vardır ki, heykeltıraş insan boyunda yaptığı heykellerin arasına karışan herkesi Atatürk’ü karşılayanların arasına almak gibi bir fikirden hareket etmiş olsa gerektir. Yani sanatla ilişkimiz duyularla değil “akıl”la olacak. Ne diyeceğiz “Vay, demek böyle karşıladılar Atatürk’ü?” “Nerede oldu bu olay” “Tam bu heykelin olduğu yerde.” “Heykeller de pek canlı, sanki biraz sonra Hamamönünde bir lokantada fotoğraf çektirmek için seymen kılığına girmiş günümüz insanlarına benziyorlar.”
Ya develere ne demeli? Eşek sürüsüne? Ne amaçla konulur böyle bir şey? Hangi estetik hazza yöneliktir? Bizi şaşırtıp “Yav bir an gerçek eşek sandım” dedirtmek için mi? Yoksa sanatsal ürünün alımlanmasında yeni bir kavram mı sınanıyor: Sanmak. Eşek sandım. İnsan sandım. Deve sandım. Aaa, kız bahçede oturuyor sandım. “Bundan neye varabiliriz” diye sormalı artık sanat eleştirmeni: “Sanmak, yeni estetik alımlama kavramları arasında en enteresan olanıdır.”
Bu ülkede sanat yapıtlarına ve heykele en büyük kötülüğü vitrin mankenleriyle donatılmış etnoğrafya müzeleri yaptı: Zevk çözülüşü, devletin bu katmanında çalışanların basiretsizliği ve bilgisizliğiyle yayıldı. Eğitimsiz devlet memurunun sanat algısı zamanla geçer akçe oldu ve gerçek sanat yapıtlarını ucube, ucubeyi sanat yapıtı sanan bir zevk ortalaması doğdu. "Bunlar" muhafazakar, eğitimsiz, mesnetsiz güvenle dolu, boş kafalı insanların beğenisidir: Türkiye'nin ortalamasıdırlar.


Denizli'de Horoz, Mudurnu'da tavuk, Çaycuma'da yoğurt, Antep'te deve kervanı, Adıyaman'da eşek kervanı, Ardeşen'de çay filizi, Beypazarı'nda havuç, Edirne'de karanfil, Gülşehir'de -nedense o çorak diyarda- gül, Zonguldak'ta -yeraltından çıkan, yere başına kadar gömülmüş- madenci!, Taşköprü'de sarımsak, Ilgın'da şekerpancarı, Alibeyköy'de mısır heykeli dikmek zorunda mısınız, bu nasıl bir post naturalizmdir, açıklar mısınız?


Taşköprü sarımsak heykeli. En güzeli yukarıdaki İsot ve Sarımsak heykeli olduğu için buraya aldım haberiniz ola!



2. Bir yerin özelliğini bildiren heykeller

Biliyorsunuz ki ülkemizin değişik bölgeleri meyveleriyle ünlüdür ve oralarda o meyvelerle ilgili bir de festival yapılır. Sanırım festival alanında çevresinde toplanılmak amacıyla yapılan ve ulu kayısıyı, ulu biberi veya sarımsağı kutsamaya yarayan heykeller yine de bir işe yaradıkları fikrini verecek cinstendirler. Ulu meyve paganizmi ve dev ölçekli heykeller putataparlığı ile malul muhafazakar belediye başkanlarımız ülkemizin kitsch sanat atılımının ölçülerine yeni bir değer katmışlardır: Büyüklük algısı ve işe yarama. Adam dinozor yapsa dünyanın en büyük dinozorunu yapıyor. Emin olun bu ülkede dünyanın en büyük portakal, kayısı, isot, sarımsak, elma veya karanfil heykelleri vardır.

Dünyanın en büyük çaydanlığı Tandoğan’da durmadan havuz büyüklüğünde bir fincana akar durur. Niye? Orada çay kahve mi içilir? Eleştirmen uyuma! Bundan çıkaracağın ders: “Bir sanat yapıtı büyüklükle sarsar, algılamayı hızlandırır” yargısıdır.
Yargıları birleştirelim: Bir sanat yapıtı, büyük olmalıdır, sarsmalıdır ve gerçekliğe dayanmalıdır. ‘Sanma’ duygusu uyandırmayan sanat yapıtı ucubedir, sökülür.

3. El heykelleri

İlk örneği, arketipi Abdi İpekçi Parkı’daki el heykelidir. Bir şeyi mi avuçlamıştır, yoksa bereket için dua mı eder nedir, bilinmez. Bir örnek olarak kalsaydı, ne yapalım bu da bir şeydir diyerek aldırış etmezdik. Fakat meğer bu ülkede bir el fetişizmi varmış asıl; yapabildikleri her yere bir el koymuşlar.
Şüphesiz cebimizde eller, kesemizde eller, kadınların orasını burasını mıncıklayan eller, kızları alıp satarken itekleyen eller, rüşvet alırken gizli gizli hareket eden eller, para sayarken dudağını yalayıp hareket eden eller gibi el çeşitlemeleri yapabilecek bir kültürel zenginliğimiz var. Fakat bunun kitsch türünden heykeleni dikecek kadar ileri gideceğimizi sanmıyordum. Bu adamlar, -kesinlikle adamdır hepsi, kadın olarak doğsa bile- bir de Antik Yunan’daki bereket törenlerini ve fallus maketlerini “Ne kadar ilkel inanışlar yarabbi” diyerek bilmiş bilmiş küçümser ve onlardan utanırlar.
Türkiye'de eli konu alan o kadar heykel var ki, insan heykeli yahut sanat yapıtı oluşturmamak için yontucular o kadar iğrenç işlere yönlendirilmişlerdir ki, sanatın imgeyi temsil yeterliliği kalmamıştır. Sanatın doğrudan fikrin, eylemin (imgenin değil) temsilcisi olduğu, sanat yapıtı ile gösterdiği şey arasında anlamdaşlık bulunan bu hal, nasıl açıklanır, bunu bu korkunç şeyleri tasarlayan kişi olmadığım için bilmiyorum.

Suretin yasak olduğu İslami evrende ellerle Allah’a şirk koşulamayacağı için bu sakil, meymenetsiz ve zevk dışı şeyleri yapıp heykel diye ortaya koyduklarını düşünüyor olabilirler. Emin olun bu eller hem utanmazca sakil hem de zerrece estetik görüş ve bilgi olmadan yapılmıştır. Oltu taşı ve tesbih konulu kompozisyonu tasarlayan ve bu heykeli ısmarlayan yetkili kişinin ilkokul öğrencisi düzeyindeki estetik görüşünden ve heykel patronajından ders çıkaralım: El bir sanat yapıtının temel objesidir. Elle para alır veririz, muz soyarız, kayısı tutarız, sarımsak döveriz, şeftali yeriz; kısacası tükürmeliyiz içinde el bulunmayan o heykelin üstüne.
Sen de çıkaracağımız dersleri unutma eleştirmen! Yeni sanat ölçülerini veriyor devlet yöneticileri: Bunlar geçen yüzyılda, otuzlu yıllarda sovyet sanatını yönlendiren parti komiserlerinin düşmanıdır ama onların yerine geçmişlerdir.
A)   Bir sanat yapıtı, büyük olmalıdır
B)   Bir sanat yapıtı, genel olarak plastik malzemeye dayanmalıdır.
C)   Sanat yapıtının ana konusu eller ve meyvelerdir.
D)   Sanat yapıtı “sanma” fiilini hep yineleyecek kadar gerçeğe benzemelidir.
E)   Sanat yapıtını eleştirenlere yasak konmalıdır.


Bu da sanatsal zevkle yapılmış heykel nedir göstermek için konmuş olsun. İnsan sureti olmasın, naturel olsun, sevimli olsun dersek nasıl bir şey yapabilirdik, işte böyle. Bunun için sanat zevkine ve bir de Ferdinand Botero gibi bir sanatçıya ihtiyacınız var.
       

LUMPEN BURJUVAZİ

$
0
0

                                               George Grosz, Iniciativa, 


İlk kez Marx’ın kullandığı lumpen proletarya kavramı “Başıboş serseriler, yol verilmiş askerler, zindandan çıkmış forsalar, sürgün kaçkını kürek mahkumları, hırsızlar, işsiz yazarlar, dilenciler, kısacası Fransızların boheme (derbeder) dedikleri ne olduğu belirsiz, kararsız çürümüş yığın” anlamına gelir. 1848 devriminde işçilerin ve köylülerin desteğini alan burjuvaların, vaatlerinden döndükten sonra 1852’de darbe yaparak yanına çektiği bu güruh, siyasal literatüre asalak yaşam biçiminin örneğiolarak girdi.
Şüphesiz siyasal bir amacı olmayan serserilerin örgüt kurduğu ve “kendi kendimizin efendisi olalım” dediği de görülmüştür ama unutmayalım ki mafiosoörgütlerinin siyasal ölçüler içinde değerlendirilmeleri zordur. Onlar siyasal bir amaçtan çok, ekonomik çıkarları gereği siyasetle ilişki kurar ve Nazi Partisi, Faşist Parti veya Kaide gibi siyasal suç örgütlerinin yanında masum kalırlar.
“Lumpen proletarya” kavramına nazire olarak önerilen “lumpen burjuvazi” kavramı şöyle tanımlanabilir: Lumpen burjuva asalakların, hırsızların, haydutların, orta dereceli memurların, belediye iş takipçilerinin, umudu kırık müteahhitlerin, işbilir hukukçuların çıkarlarının takipçisidir. Amacı, sermaye gruplarının, esnafın, kanaat önderlerinin desteğini alarak yığınların peşinde koştuğu uygun siyasi iklim yaratmak, iktidara ulaşmak ve adeta vurgun yapar gibi “para kazanmak”tır.
Lumpen burjuva tıpkı lumpen proleter gibi toplumun başına beladır; desteklediği parti yönetime gelirse, yağma, çalma, tehdit, şantaj, soygun gibi şeyleri yapmak için yönetsel zemin bulur. Zamanla –eğer mutlak iktidara kavuşursa- yasaları, mahkemeleri, yürütmenin bütün unsurlarını keyfi olarak değiştirmeyi planlar, hükümet darbesi yapma fikrine kapılır.
Lumpen burjuva öncelikle ekonomik suç örgütü kurar ve iktidara gelmek için bu suç örgütünün ihtiyaç duyacağı ilişkiler ağı evreninde büyür. Mafyanın devlet olmuş haline benzer, mafyadan farkı, iktidara geldikten sonra mafyalaşmış olmaktır. Çıkar ilişkilerinde gözönünde olmayı sevmeyişi mafyayı akla getirse de mafyadan farklı olarak siyasi egosu vardır. Belki de bu nedenle bir toplumsal lider öncülüğünde kendi yaşam kurgusunun basitliğindeki toplumsal yapıyı kurmaya heveslenir. Siyaset mühendislerine kızsa da siyaset marangozluğundan fazlasını beceremez. Lumpen burjuvanın devlet ideali kleptokrasiden beslenir; bilir ki, o düzende hırsızlar, yağmacılar, katiller ve yardakçılar sorgulanamaz. Yasama yürütme ve yargı konusunda işler arapsaçıdır; “yasalar önünde eşitlik” düşünülemeyecek bir ilkedir. Toplumda üretip tüketmek ve ibadet etmek dışında onaylanan herhangi bir eylem olamaz. Sanat zevki kaybolmuş, zevkler yeme içmeye göre tanımlanmış ve her şey erkek yaşamına göre kurgulanmıştır.

Ekonomik yaşamın verileriyle özetlenen bir kalkınmacılık: Lumpen burjuva tam anlamıyla homo manifactorius’tur: Çalışanın makine veya insan olması arasında bir fark görmez. İşlevsel bir yaşam düzeni tasarlar, toplumsal sınıfları tasarlama biçimi korkunçtur: Eller, ayaklar ve başlar diye özetleyebileceğimiz bir kast sistemini öngörür ve onun adaletten anladığı şey yalnızca sınıfların kendine düşen ödevleri yapmasıdır. İnsanlaşma için çalışmadan bağımsız olan "gerekli süre"den habersizdir, çalışmayı kutsar ama çalışma hakkındaki felsefi görüşlerden nefret eder. Hem insanların süresini çalar hem parasını; hem insanların devlete ödediği vergiyi çalar hem de yatırımlarını. Bu nedenle lumpen burjuva, Roma çağının eli kılıçlı lumpenlerinden beterdir: Yalnızca toplumun sırtından değil, devletin sırtından da geçinir. Yani açıkça arsa, şirket veya bağış talanıyla yetinmez, devletin kasasıyla ilgili bilinmeyen hortumlama teknikleri geliştirir. Ne kadar yeteneksiz olursa olsun kendi adamlarını bütün kilit noktalara yerleştirerek devleti göz göre göre soyar. Özellikle yöneticilerin basiretsiz olması lumpen burjuvanın işine gelir çünkü tüm basiretsizler, haydutların yardakçısıdır.
Lumpen burjuva, kendi gibi lumpen burjuvalar yaratır ve onların eliyle diğer burjuvaların malına göz diker. O bir Robin Hood değildir, yalnızca paranın ve gücün el değiştirmesini planlayan acımasız bir hayduttur, o kadar. Zenginden alıp fakire vermez: Yoksullara yalnızca, fitre, sadaka veya zekât verir. Hem yoksullar gibi görünmeyi sever hem de onlara benzememeyi. Yoksul çocuğu olduğu halde öğrenim yapmış ve yükselmeyi becermiş yetenekli kişilerden olmadığı için, "dışı burjuva içi sefih lumpen" olan garip bir yaratıktır. Ahlakçılığı tam olarak ahlaksızlığındandır.
Lumpen burjuvanın sanatsal zekâsı yoktur. Sıradan algıların, berbat şiirlerin okuyucusudur. Lumpen burjuva, asla burjuva sınıf kültürünü edinemez. O hâlâ askerden yeni gelmiş, evlenme çağındaki sıkılgan delikanlının bilgi düzeyindedir; beğenisi mahalle berberinin duvarındaki resimlerden, neşesi mahalle kahvesindeki erkek şakalarından öteye geçmez. Bir de bu haliyle beğenilmeyi arzular, beğenilmediği için hır çıkarır, bu sığlıkla allame gibi davranmasını küçümseyen olursa, zorbalık eder.
Lumpen burjuva erkektir; karısını paketleyip eve kaldırır ve zaman zaman onun analığını över. “Gönül hırsızı” olamaz hiç; kadına güvenmez, kadın düşmanlığı onu kuru, kaba ve itici hale getirir. Bu eksiğini maske takmış kasa hırsızı olarak giderir; üstelik hırsızlık yaparken yakalanırsa, yakalayana yaşamı zindan eder. Kasap lakabıyla anılan futbolcular gibidir, onun görevi top oynamak değil, centilmence oynayan yetenekli futbolcuyu “indirmek”tir.

                     G. Grosz


Lumpen burjuvanın bilgisizliğinden gelen özgüveni korkunçtur; her şeyden anladığını sanır; üniversite hocalarını meslek okulu öğretmeni gibi görür, üniversiteleri bir şirket gibi yönetmeyi tasarlar, hukuksal yapıyı bozar, polisi özel koruma gücü haline getirir. Sosyal bilimlerden haberi yoktur, danışmanları efsunla, büyüyle uğraşır, çevresindekiler eğitimsiz kişilerdir. Böylece insani duyarlıktan yoksun kalır; her gün alnını kendi kutsallarına sürse de onu bir tılsımla avunan ilkeller gibi yaptığını bilmez. Alnı insanlığın kalbini anlayacak ışıktan yoksun kalmış ve kararmıştır, büyük romanları okumadıkça, sanattan nefret ettikçe bakışlarına yerleşen mendebur nefreti karizma sanır.


George Grosz, Eclisse di sole, 1926



Lumpen burjuvazi, varlığını burjuvalara, müteahhitlere, esnaflara ve lumpen proleterlere borçludur. Fakat bu toplumsal kesimler çıkarını kolayca değiştirir; lumpen burjuvazi onlara güvenmekle en önemli yanlışını yaptığını fark edemez, bu nedenle lumpen burjuvaların sonu mafya babalarınınki gibi hazin bir hikayeyle gelir: Onları hiç ummadıkları birinin darbesi bitirir. Onlar en sevdikleri elinde heder olurlar.
Çünkü burjuva toplum düzeninde hiçbir kapitalist, bir lumpen burjuva tarafından tehdit edilmeyi kendine yediremez. Böylece lumpen burjuvanın kaderi, zorbalık ettiği sınıflarca belirlenir. Lumpen burjuvanın sonunu köylülerin ve işçilerin ayaklanması kadar, burjuvalar da getirir: Kılıçla savaşan kılıçla ölür, atın ölümü arpadan olur.

20 MART 2014, RADİKAL

Fethi Naci'den Sonra Tufan

$
0
0




Fethi Naci’nin “Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme” adlı kitabında 1980 yılına kadar olan roman dünyasına genel olarak bakılır. Naci’nin beğenisine etki eden politik ölçü açıkça görülse de onun açık seçik bir edebi ölçüsü olmadığı özellikle hissedilir. Fethi Naci ölçüsünü “beğeni” ile sınırlamıştır, yazara toplumsal olayları kavrama ödevi vermesi Lukacs’ı anımsatır: Devrimci davayı övenlere kötü de yazsalar sempati duyduğu açıktır. Fethi Naci, edebiyatın siyasetten kavranmasının son solcu eleştirmenidir. Ondan sonra siyasal odaklı eleştiri yer değiştirmiş, onun gittiği yol “islami duyarlılıklar” ekseninde revize edilerek sağcılar tarafından kullanılır olmuştur.
“Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme” adlı kitapta Fethi Naci’nin en beğendiği yirmi Türk romanı, onun nedeni anlaşılmaz yargılarının niteliğini göstermesi bakımından bir hayli ilginçtir: Üç İstanbul, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Sultan Hamid Düşerken, Küçük Ağa, Sahnenin Dışındakiler gibi muhafazakar yazarların romanlarının yanı sıra Esir Şehrin İnsanları, Bir Gün Tek Başına gibi “sol bakışlı mücadele” romanlarının seçilmesi edebi ölçülerden çok politik dengelerin hesap edildiğini akla getirecek cinstendir.[1]Bu listede Cehennem Kraliçesi neden vardır artık orasını Fethi Naci bilir; fakat bu romanlar listede varsa aşağıda sayacağım (Seksen öncesinde yazılmışlık hesabıyla) romanlar niye orada yoktur, bunu kimse bilemez: Anayurt Oteli (Y.Atılgan), İnce Memed (Y.Kemal), Ateş Gecesi (R.N.Güntekin), Sinekli Bakkal (H. Edip Adıvar), Kiralık Konak (Y.K.Karaosmanoğlu), Sokaktaki Adam (Attila İlhan), Cevdet Bey ve Oğulları (Orhan Pamuk) Kurtlar Sofrası (Attila İlhan), Çalıkuşu (R.N.Güntekin), Odalarda (Erdal Öz), Aylaklar (M.C.Anday), Raziye (M.C.Anday), Tehlikeli Oyunlar (Oğuz Atay), Yenişehirde Bir Öğle Vakti (Sevgi Soysal), Bir Düğün Gecesi (Adalet Ağaoğlu), Ateşten Gömlek (H.Edip Adıvar) Yaban (Y.K.Karaosmanoğlu), Asılacak Kadın (Pınar Kür) , Gecede (Leyla Erbil), Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı (Bilge Karasu) Çamlıca’daki Eniştemiz (A.Şinasi Hisar), Karılar Koğuşu (Kemal Tahir).
Fethi Naci’nin listesi karavana atıştır ve 1980 yılına kadarki romanın karakteristiğini görmeye engeldir.
Bu karakteristiğe şöyle bir bakarsak, ellili yılların ortasında yazılan İnce Memed’e gelinceye kadar, tarihimizin ilk büyük romanı olan Aşk-ı Memnu’dan başlayarak Kiralık Konak, Sinekli Bakkal, Ateş Gecesi, Miskinler Tekkesi, Sokaktaki Adam ve Karılar Koğuşu gibi birkaç roman dışında edebi ölçülerle yazılmış, politik-dinsel angajman sınırlarına girmeyen roman sayısı çok azdır. Saydığım yazarların (Y.Kadri, H.Edip, R.N.Güntekin A.İlhan ve Kemal Tahir’in) bu kitapları dışında bağlanma edebiyatına dahil edilebilecek kötü romanları olduğunu da unutmayalım. Çünkü yeni bin yılın başlangıcına kadar -bağımsız birkaç örnek dışında- ülkemiz edebiyatı bu temsil ilişkisi içinde var olmuştur.
1960’larda yıllar boyu baskılar ve yasaklarla bunaltılan sosyalist düşünce adeta patlayarak entelektüel iktidarı eline aldı. Doğrusu hak ve özgürlükler yönünden olumlu gelişmeler içeren bu dönemde, “bağlanma edebiyatı”ndan daha önde ve ağırlıklı bir biçimde yeniliklerle dolu bir edebiyat ortaya çıkmıştı. Özellikle İkinci yeni’nin etkisiyle altmışlardan başlayıp yetmişlerin sonuna kadar uzanan bu yenilikçi edebiyata öncülük eden yazarlar, Ferit Edgü, Onat Kutlar, Yusuf Atılgan, Erdal Öz, Füruzan, Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Nezihe Meriç ve Oğuz Atay’dı. Bu devrim siyasal değil, bütünüyle edebi içerikle ilgili bir zihin devrimiydi: Edebiyatta anlatıcı odağı değişmiş, o güne kadar kahramanın duruşunu her şeyiyle bilen; toplum, din, erkekler, millet ve bilmem ne hakkında sayısız aforizmalar öne süren anlatıcı tavrı ortadan kırılmıştı. Aslında yaşanan şey Peyami Safa ve A.H.Tanpınar roman dilinin sonuydu ya, sağcılar bunu fark edecek halde değildiler. Bazı solcular da topluma ayna tutmak ve eleştirmek işinin sanatın görevi olmadığını anlayacak olgunluğa ulaşamadıkları için köycü ve savaşçı bir romanın arkasından koşmaya devam ediyordu şüphesiz.
Bu durum eleştirinin sanatın gerisinde kaldığı ve bir daha onu yakalayamadığı kritik çağı gösterir: Türkiye’de edebiyat eleştirisi Stendhal’den beri söylenegelen “toplumun aynası olmak”, “çağının tanığı olmak” gibi argümanlara ek olarak, Çernişevski’nin “Eleştirel Gerçekçilik”i, “Jdanov’un “Sosyalist Gerçekçilik”i eşliğinde Lukacs’ın despotça dayatılmasından ibaretti. Üstelik bu konuda fikirler açık olmadığı için Sartre ve Marcuse sonrasında Avrupa’da yürüyen “sanatın özerkliği” tartışmaları hakkında hiç konuşulamıyor, yazarlara toplumu yansıtma bilgisi dışında bakılamıyordu.
Bu eleştirisizlik hali edebiyattaki devrimi görünmez hale getirdi, yenilikçi yazarlar fark edilmeyişin acısıyla kıvranırken 1980’e kadar solcu romancıların bazıları Jdanov’dan devraldıkları sosyalist gerçekçiliğin kamburuyla vasat romanlar yazıyor, sağcı romancı da İttihat ve Terakki’den miras kalan millet ve din ödeviyle ağır narkozlu yaşamını sürdürüyordu.
Yetmişli yıllarda iç savaşa doğru giden gerilimler nedeniyle irrasyonel bir ölüm düşkünlüğü ve devrim şehitleri övgüsü, solcuların edebiyatını adeta komaya soktu. Devrim yapmış ülkelerdeki biyografilerin roman olarak okunup yüceltildiği bu dönemde, propaganda niteliğindeki her türlü çer çöp, popüler edebiyat ürünü oldu. Bu hal, günümüzde içinde İslami ton bulunan her türlü çer çöpün yaygın olarak okunmasını akla getirecek kadar kapsamlı bir modaydı.

1980 SONRASI

Bu dönem dört yazarla açılmıştır: Orhan Pamuk, Latife Tekin, Mehmet Eroğlu ve Ahmet Altan. Şüphesiz bu yılların edebiyatında Adalet Ağaoğlu, Leyla Erbil ve Pınar Kür hız kesmiş değildi fakat yeni bir şeyin geldiği 1980’lerin başında Latife Tekin ve Orhan Pamuk’un yazdıklarından belli olmuştu: Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünde bambaşka bir toplumsal gerçeklik, dil ve yazar konumu ortaya çıktı. Orhan Pamuk’un yazdığı Kara Kitap da Sevgili Arsız Ölüm’den sonraki büyük bombaydı: Bu romanla romancı tahayyülünün sınırları değişmiş, zamanı algılayışına yeni bir halka eklenmişti. O sıralarda Oğuz Atay, 1977 yılında öldüğü halde, -yani roman yazmasa bile- yeni romanın sınır çizgilerini belirliyor, seksenlerin debdebeli yazarları kadar önde görünüyordu.
Bu gelişmeler karşısında “eski kafa”nın başkaldırısı da gecikmedi: Yalçın Küçük’ün Stalinist bir refleksle küfür romanları olarak yargıladığı dönemin yazarları, Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimlerin yıkılmasından edebiyat sorumluymuş itilip kakıldı ve edebiyat politika için heba edilmek istendi.
Bir bakıma edildi de: Çünkü doksanlı yılların başında Kürt mücadelesinin yükselişi, devletin Kürt köylerini mahvetmesi ve iletişim ağının devlet propagandası şeklinde düzenlenmesi, her alanda keskin bir politik şiddet yaşanmasına yol açtı. Milliyetçiliklerin ve İslamcılığın giderek ağırlık kazandığı, Sivas’ta olduğu gibi provokatif öldürme eylemlerinin havayı bulandırdığı, kadınların giyimine kuşamına karışıldığı akıldışı bir karanlık çağ başladı. Bu çağın etkileri hemen ortaya çıkmadı, edebiyattan başka her şeye benzeyen ürünlerin raflara çıkması 2000 yılı sonrasını bekledi.
Yani 1980 ve 2000 arasındaki dönem geleneksel solun entelektüel olarak iktidarını adım adım yitirdiği ama başka hiç kimsenin de iktidarda olamadığı bir ara dönemdi. Bu çağa romantik tepkime çağı diyebiliriz: Çünkü bu çağda önceden örneği görülmemiş bir tarihi roman çığırı başladı. Örneği görülmemişti, çünkü edebiyatın edebiyat olarak gerekliliğini kavramış yazarlar tarihi roman yazıyordu. “Milli reflekslerle” yazılmış romanlarla kıyaslandığında eşi benzeri olmayan bu yeni yol, kısa sürede popüler roman yazarları tarafından işgal edildi. Hatta dönemin öncüleri arasında yer alan Elif Şafak zamanla kendini fesh ederek popüler yazıcılığın başını çekti: Yani bu alanın bazı öncüleri bile onu taşıyamadı. Çünkü öyle yazarak her yazdığı beklenen yazar olmak zordu. Orhan Pamuk ve Ahmet Altan bunun sırrını anladılar: Yazarın yazmaktan fazla emek harcayacağı şey, yazdığını duyurmaktı. Bu edebiyat dışı yol, eminim bazı yazarları edebiyattan fazla etkiledi. Böylece Orhan Pamuk ve Ahmet Altan, tirajı ve reklam panosunu yaşamımıza sokan ilk iki yazar olmak talihsizliğine düştüler.[2]
Böylece –eminim ki Pamuk ve Altan’ın hesap edemediği bir şey oldu ve- edebi ürünün değil, bir meta olarak “edebi malın” yatırım değeri arttı. Yayınevleri ve pazarlama birimleri, giderek yazarın ne yazdığından çok onun magazinsel kişiliğine yönelmeye, yazarın ne yazdığına bakmadan onu ünlü etmeye dayalı bir strateji geliştirdi. Edebi açıdan değeri olsun olmasın yazarlar bir reklam yıldızı gibi bilboardlarda, kitapçı önlerindeki maketlerde, afişlerde göründü. Eleştiri de bu dönemde tamamen yok olarak kitap tanıtım yazıları yazmaya dönüştü. Hatta yayınevlerinin reklam gücüne bağlı olarak -eleştiri değil- tanıtım yazısı siparişlerinin verildiği bir dünyayı böylece ilk kez görmüş olduk.
Büyük kitap marketleri açıldı: Peynir veya süt için kullanılan “raf ömrü” kavramı, kitaplar için de kullanılır oldu. Çünkü artık yazardan bol bir şey yoktu: 2000’li yılların başında, yılda yirmi otuz roman yazılan bu ülkede artık üç yüz dört yüz roman yazılmaya başlandığı için “piyasanın” böylesine canlı oluşu yatırımcıların gözünden kaçmadı. Kitap süpermarketleri açma ve “küçük esnafı bitirme” dramı bu alanda da yaşandı. İşin kötüsü nitelikten çok niceliğe dayalı bu satış merkezlerinde edebiyat yerine “çoksatar” olanlar raflarda yer buldu, kitap –elbette bir mal olduğu için- yüceltilirken edebiyat marjinalleşti.
Bu gelişmeler “kötü paranın iyi parayı kovması”na benzemişti: Bu analoji “kötü edebiyatın iyi edebiyatı kovması”yla iyiden iyiye doğrulandı. Edebi alan niteliksiz yazı tarafından işgale uğradı, tarih romanı yazarlığı harcıalem bir tarihçiliğe dönüştü. Yazarlar siyasal konumlarına göre bölündüler ve edebiyatı politik veya ideolojik kampları için yağmaladılar: İskender Pala, Sinan Yağmur gibi kişiler edebiyatı ideoloji için kurban eden sağcı buzdağının görünen yüzündeki isimlerdi. Ulusalcı cephede “roman” denmesi gerekmeyen hikayelere “roman” demek zaten gelenekseldi: İlhan Selçuk Yüzbaşı Selahaddin’in Romanı adlı kitabıyla bu geleneği başlatmıştı ve Turgut Özakman da  Şu Çılgın Türkler adlı tarih anlatısına roman adını vererek şahı, şahbaz hale getirmişti.
Bu durum eleştiriyi de kıyılara sürdü: Kitap tanıtımı fikrini aşmayan eleştiriye ilk kez 2000’lerden itibaren tanık olduk. Çünkü sözün iktidarını elinde tutanlarla piyasa güçleri ilk kez bu kadar iç içe geçmişti:  Yayınevleri, yayımladıkları kitaplar hakkında çıkan olumsuz eleştirilere kızıyor, o dergiye veya yayın grubuna reklam vermeme tehditleri yolluyordu. Böylece edebiyatta “dönemi görmemek” ve “dönemi görmezden gelmek” gibi, eleştiri açısından çok ağır sonuçları olan bir evreye girilmiş oldu.
Yanlış da olsa listeler hazırlayan, “zarımı atıyorum” diyerek meydan okuyan eleştirmen tavrından “soruşturma”lar hazırlayarak listelerin varsa kabahatini, yoksa mutluluğunu kendi hesabına yazan “sorumsuz” eleştiri çağına geçildi. Piyasanın civalı zarlarının farkında olan bu eleştiri, şüphesiz ki meydan okuyarak güç duruma düşmektense, güç elde ederek meydanda kalmak tavrını seçmiş oldu. Ne yazık ki insanlara “10 büyük roman”, “50 unutulmaz yazar”, “100 Temel eser” anketi yaptırıp onların yanıtlarıyla listeler hazırlamanın sorumluluğu, eleştiriden kaçınarak “sistemi yeniden üretmek” açısından düşünüldüğünde zaten fazlasıyla ağırdır. Bu eleştiri popüler romanı ve romancılığı eleştiremez, popüler edebiyat ikonlarıyla baş edemez. Edebiyatın yenilik treni o eleştirinin bakış açısından çoktan çıkmıştır: Benim anladığım o ki, bu eleştiri anlayışının listeler ve soruşturmalar dışında bir “kritik” olanağı kalmamıştır, çünkü durum onlar açısından pek kritiktir.
Fethi Naci’nin, öznel çıkışlarıyla pek çok yazarı üzdüğü bilinir. Fakat onu bugün hürmetle anımsamamızın nedeni en azından yaptığı listelerle birlikte itiraz edilebilecek bir düşünce ortaya koymasıydı. Bugünkü listeler, partilerin yönetim organlarının seçimindeki çarşaf listelere benziyor: İktidarın önceden belirlediği bu listelerdeki isimler ve onların yapıtları hakkında tartışmak, “çiziği yemek” için yeterli neden oluşturuyor ve bu nedenle o iklimde eleştiri artık pek de mümkün görünmüyor.

14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi Şubat/Mart 2014 Sayı 1



[1]Kitabın 99. maddesinde yer alan listedekilerin tamamı şunlar:  Aşk-ı Memnu (H.Z.Uşaklıgil) Kuyucaklı Yusuf (S.Ali), Üç İstanbul (M.C.Kuntay) Miskinler Tekkesi (R.N.Güntekin) Huzur (A.H.Tanpınar) Bereketli Topraklar Üzerinde (O.Kemal) Esir Şehrin İnsanları (K.Tahir) Sultan Hamid Düşerken (N.S.Örik) Tutunamayanlar (Oğuz Atay) Aylak Adam (Y.Atılgan) Ortadirek (Y.Kemal) Saatleri Ayarlama Enstitüsü (A.H.Tanpınar) Küçük Ağa (T.Buğra) Sahnenin Dışındakiler (A.H.Tanpınar) Bir Gün Tek Başına (V.Türkali) Şafak (S.Soysal) Yalnızlar (Erhan Bener) O (F.Edgü) Bir Düğün Gecesi (A.Ağaoğlu) Cehennem Kraliçesi (S.İleri) 
[2]İslami cenahın panolara yansımış ilk reklam yıldızı İskender Pala’ydı; onunki reklamın yarattığı edebiyat yanılsamasının başlangıcı olarak özel bir inceleme konusu olabilir. Bu yanılsamanın zirvesi Serdar Özkan adlı bir kişinin reklam gazıyla “uluslararası bestseller” olarak ilan edilişi oldu: Kayıp Gül yazarı meğer Türklerin Küçük Prens’ini yazmışmış! Doğrusu edebiyat edebiyat olalı böyle bir palavracılık görmemişti.



Güdümlü Roman ve "Muhafazakâr Sanat"

$
0
0



Adorno’dan sonra artık hiç kimse sanatın özerk olmadığını iddia edemez.
Fakat sağcı kişi edebilir: Sağcı için “bağlanmış edebiyat” icraatı, eski zulüm sahiplerinin koltuğuna oturup yeni bir zulüm üreten sağcı hükümetin icraatına benzer: İktidardadır ve Sovyet Yazarlar Birliği’nin “parti edebiyatı” tezini “Muhafazakar Edebiyat” “Gelenekçi Edebiyat” gibi tavşanın suyunun suyu tezlerle dolaşıma sokar. Sağcı entelektüel böylece bir bakıma “Siz sosyalist edebiyat derken oluyordu da biz muhafazakar deyince niye olmuyor” demeye getirir.
Halbuki edebi tarih, neredeyse yüz elli yıldır “güdümlü edebiyatla mücadele tarihi”dir. Bu mücadelede solun katkısı şüphesiz büyüktür: Arthur Koestler Gün Ortasında Karanlık’ı yazarken, Brecht Lukacs’a itiraz ederken, Frankfurt Okulu bağlanmış edebiyatla açık açık mücadele ederken sağcılar uzun sürecek uykularının başındaydılar.
Güdümlü edebiyat artık özellikle sağcılığın kusurudur. Ülkemizin tarihine kısaca göz atmak bile bunu anlamaya yeter: İttihat ve Terakki döneminde ısmarlanan “Turan” romanlarından başlayarak, Milli Edebiyat ve sonrasının sağcı çığırı bütünüyle güdümlü edebiyattır. “Müslümanların çilesi”ni anlatanlar, bozkurtları diriltenler, fetih romanları yazanlar kendi yaptıklarını hak sayıp solcu edebiyatı güdümlü olmakla suçladılar. “Hiçbir ideoloji ideolojik’im demez” diyen Althusser’i anarak, Peyami Safa’dan bu yana yazılanlar da dahil-, bu ülkede henüz akademik teşrih masasına yatırılmamış olan sağcı edebiyatı “asıl güdümlü edebiyat orada!” diye işaret edip devam edeyim.
Edebiyata sağcı bir iklimden beslenerek katılmış olanların en büyük sorunu, anlattığı konunun “haklı” ve doğal tarafı haline gelmektir. “İnceleyici”nin konusunu sevmesi başka, konusunun propagandasını yapması ve onun tarafı haline gelmesi başkadır. Bizim üniversitelerimizin edebiyat bölümlerine tek kutuplu bir sağcılık egemen olduğu için bu konularda nesnel duyarlılık gösteren akademisyen varlık bulamaz. Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde genelde “özcü” bir Türkçülük ve etnik merkezli bir dünya algısı vardır. Oralarda yandaş olanlara sevgi, olmayanlara nefret beslenir, kitaplar ve incelemeler öyle yazılır. Bilimsel çalışma tekniğine uygun yapılan araştırmalar, yalnızca “gibi”dir; bilinenin tekrarından öte gitmeyen “tez”ler yazdırılır ve o yazılanlarda körler ve sağırlar, birbirini ağırlar.
Örneğin bu yazılanlardan birini raftan çekip elime aldığımda ne görebilirim? Bu bir Peyami Safa incelemesi olsun. Okuyunca anlarız ki, bu inceleme romancının başarısız olabileceği konusunda hiçbir kuşku içermez; öyle bulanları zikretmez. İnceleme, Safa’nın “dünyanın en önemli psikolojik romancıları arasında olduğu” iddiasının baskısı ve gölgesi altında kalır ve maalesef yalnızca Türklerin bildiği bu söylence önünde ezilip büzülür.
Gösterişli, iddialı adlar taşıyan inceleme kitaplarında bile bilimsel şüpheye yer yoktur. Örneğin Peyami Safa’nın “tezli romandan nefret ettiğini” söylemesi incelemeciye yeterli gelir ve tezli romanların şahikasını yazmış olan yazarı asla sorgulamaz.[1]“Attila yaratıcı tahripkârdır!” diyerek barbarlıkla övünen metinlerin yazarı Peyami Safa, tez değil de sanki edebi hakikatler öne sürmüştür. Bırakalım Attila için söylediklerini, Fatih Harbiyeromanında öne sürdükleri nedir? Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nda, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda, aklına her gelen yerde doğu-batı tezleri sayıklayan Peyami Safa “tez öne sürmüyorum” dedi mi, bizim sağcı inceleme yazarı da buna eyvallah deyip boynunu büker. “Kadın fıtratından” endişelenen (Bir Tereddüdün Romanı, Şimşek) ve onu hakir gören Peyami Safa’yla hesaplaşmak, sağ fikriyatla hesaplaşmaktır çünkü: “Peyami Safa kadından nefret eder ve aşağılar” dedin mi, o fikriyat içinde kalamazsın. Hakikat neyse nedir, fakat ideoloji, yalnızca başkalarının ideolojik olduğunu ve yalnızca başkalarının tarafgir davrandığını düşünür.
Söylem etnik sağcılıktan İslami radikalizme kaydıkça sağcı paradigma ya “bizim bildiğimizi bilmiyorlar” kibriyle kendi düşüncesinden emin görünür ve kendini dinsel kerametin burçlarına taşır, ya da nefret söylemini gerçek bir vandalizmle yan yana getiren acarlığı kendi sözünden esirgemez.
Aklı başında bir inceleme sanıp da elinize yanlışlıkla İhsan Süreyya Sırma’nın Tarih Şuuru adlı kitabını[2]aldıysanız görüp göreceğiniz bu ikisinin bileşimidir: Hem her şeye vakıf olduğunu sanan hem de İslam olmayan herkesten nefret eden bir söylem. Üstelik, nesnel bir bakışla yazılmış bir şerh gibi başlayan ve önsözünde “Tarih ilminin insan toplumlarına bir yararı yoksa, milletin kafasını geçmişin hikâyeleriyle neden dolduralım” yazdığı için “İslami bir pragmatizm mi doğuyor” diyerek merak uyandıran bu yazar, kısa süre içinde bu ilginizi büyük bir gürültüyle söndürmeyi başaracaktır: Ona göre dünya tarihi peygamberlerle düşmanları arasındaki mücadelelerin tarihidir. Bu durumda Marx’ın dünya tarihini sınıf mücadeleri tarihi olarak okumasına yapılan bu göndermeye ve tatlı intihale gülümsemekten başka yapacak bir şey kalmaz. Çünkü okuduğumuz şey objektif bir tarih çalışması değil, ağırlaştırılmış taassup metnidir: Kulluk kavramıyla sorunu olmayan objektif bir tarih çalışması olabilir mi? Hem şöyle şairane ve öfkeli sözlerin tüm insanlığı kucaklama iddiasında olan bir dinin yandaşı tarafından söylenmesinin gereği nedir: “Mü’min kokusu olmaz kâfirde. Allah’ın kanunlarına isyan bayrağı açmış olana Allah güzel koku mu verir?”[3]
İnsan düşünmeden edemiyor, niye koku? Beş duyu içinde kokuya dikkat neden? Üstelik bu doğrulanabilir bir şey mi? Koku derken parfümü mü kast ettiniz, kolonyayı mı? Hacı yağının ortalama bir gâvur parfümünden daha iyi koktuğu iddiasını  öne sürüyorsanız bu nasıl kanıtlanabilir? Hem ayrıca dünyada Müslümanlardan başkası iyi kokmaz derken kastınız nedir, mecaz ise, hay mecazınız batsın, yahu bir de apaçık, dümdüz, eğretilemeden konuşun denmez mi size?
Ya da şu söz:
“Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”
Basit ve saldırgan bir politik ajitasyonun dilini İslami dile tercüme edip “kâfirleri” nefret tehditi altında tutarak huzur içinde yaşamak, ancak adaletsiz bir dünya tasavvur edenlerin işidir. Cennetteki huzurun kılıçların gölgesinde olduğunu söylemek, fikir olsa ne olur, olmasa ne olur? Hadi “Ee, hep öyle kılıç gölgesinde mi oturacağız” demeyelim, “Cennete mi geldik savaşmaya mı” sorusunu da sormayalım, hatta kendimizi sıkıp buna fikirdirbile diyelim, tüm cennet tasavvurumuz bu mu olacaktır? El insaf! İnsan dönüp bir kerecik Meşşai irfanına bakar ve oradan konuşur! Acaba optik ve perspektif çalışan ve Yeni Eflatuncu okulu izleyerek dokuzuncu felek (Felekler Feleği) konusunda fikirler öne süren İbn-ul Heysem böyle bir cennet tasavvur eder miydi? Acaba ideal site anlayışını Medinet’ül Fâzıla’da evrensel düzeye çıkaran ve bir yeryüzü cenneti tasavvur eden Farabi bu lümpen tutum karşısında ne derdi? Sağcı literatürün sorunu işte tam da buradadır: Kendi içinde gittikçe tartışılmaz hale gelen bir söz düzeni vardır ve bunun eleştirisi de maalesef yapılmamaktadır. Bundan eninde sonunda büyük bir kuşatıcı kanon doğacağa benzer: Kendi sözlerinin sınırını çizen ve onu geçmekten korkan İslamcı söz dağarcığı.
Peygamberlik, ülûhiyyet, türban, dini sohbet veya dinin farizaları söz konusu olduğunda herkesin söz hakkını kullandığı –ve dokunulmazlık kazandığı (dinime sövüyor!)- bu alanda, kuşkusuz din ve Allah adını zikredenlere neden bunları konuştuğu sorulamaz. Ne var ki söylenenlerin eleştirisini din referanslarıyla konuşmayanlar kadar, konuşanlar da yapmak zorundadır. O halde eleştirisi yapılamayan, söylenenlerin tüm insanlığa ait bir kabul edilebilirlik çizgisinde tartışılmasına imkan vermeyen bu söz düzeni ideolojiktir, kendisi gibi olmayana dilediğince sövmektedir ki salt bu nedenlerle bile bunları reddetme hakkı meşrudur.
Koray Çalışkan’ın bir makalesinde yazıldığına göre İslami romanlarda akıldışı olan İslam dışıdır, akla dayanan alan ise İslam’dır. “Aydınlanmak” da İslamlaşmaktır.[4]Kant’tan alınma bu kavramlar, İslamcılığa karşı sürülen Kemalist tezleri aynı tezlerle “püskürtmek” için kullanılan “yobaz” kavramını akla getirir. İslamcılar kendilerini yobaz olarak aşağılasın aşağılamasın, İslam olmayanlara artık “yobaz” demektedirler. Bu hal roman alanında sakınımsız ama densiz bir özgüvene ve İslam’a uygun olmayan her şeye hayret ve şüpheyle bakmaya varmıştır. Buna bilgiyle davranan kişi davranışı diyemeyiz; çünkü bildikçe anlayışı genişleyen insanın başkasını salt kendisine benzemediği için küçük görmesi olanaksızdır. Oysa sağcı entelektüelin davranışı, olayları kavrayamadığını görme olanağı bırakmayan bir kibirle sınırlanmıştır. Zaten kavrayışı olmayanın kavrayamadığını öğrenmesi olanağı yoktur; trajikomik olan şey tam da budur: O, başkalarını kavrayamıyor sanır. Yobaz, işte bu halin somut kişisidir.
Ateist denince aklına intihar edecek adam gelen ve Taş adlı öyküsünde bir dinsizi aydınlatmakla ilgili bir irşat öyküsü anlatan Mehmet Alagaş’la veya sürekli olarak türban irşadı için yazan Ahmet Günbay Yıldız’la, Şule Yüksel Şenler’le veya Emine Şenlikoğlu ile entelektüel zeminde buluşmak sözkonusu bile olamaz: Çünkü onlar yalnızca benzerlerine, tekrarlandıkça kemikleşen önermeleri taşıyan insanlardır. Kur’an’da geçen ifadeyle konuşacak olursam asıl bu yazarların “kalpleri mühürlü”dür: Dinden başka bir şeyi göremezler. Oysa edebiyat yapacağım diyerek kalemi eline alan bir kimsenin gözleri ve kalbi tüm insanlığa açılmalıdır: İnsanlığı kucaklamayan, tam tersine onların büyük bir bölümünü düşman sayan bir edebiyat olur mu? Dünya entelektüel birikiminin ötekileştirme saplantıları yoktur ve insanlığı kucaklayan herhangi bir yazarla ortak bir zeminde buluşmak zor değildir. Ne var ki Alagaş, Şenlikoğlu veya benzerleriyle buluşmak için ancak onlar gibi olmak gerekir.
Biri de çıkıp söylesin artık: Sanat yapıtı insan türünün ideolojik gruplarına ve benzer olanlarına göre bölünmez, bütün evrensel değerler gibi, sanat yapıtı tüm insanlığın malıdır.
Nazan Bekiroğlu’nun yazdıkları edebiyat mıdır, yoksa Tanrıya yönelik zikrin metin şekline girmişi mi?
“Seni seviyorum demek ruhun ve bedenin bütün zerreleri zikre susamışken, söylenmezse ölmek demekti. Söylemem değildi mesele, söylemezsem ölmemdi. Biri birine seni seviyorum dedi mi fikrimce yer ile gök titrerdi. Ona defalarca kalbimi cilalayan bir zikirle seni seviyorum dediğimde onun bir kez olsun kendiliğinden bana seni seviyorum demediğini.”[5]
Mevlana “Her Allah diye seslenişinde bizim buyur dememiz gizli” derken Tanrı’nın sürekli sükût ettiğini söyleyen bu sitemkâr sözleri yüzyıllar öncesinden eleştirmiş görünmüyor mu? Mevlana kendinden emin bir bakışla, ibadeti suçluluk dolu bir yakarış olmaktan öteye götürmemiş miydi? Tanrısal meseller anlatmanın âlâsını yapan Mevlana’nın çığırı geçeli de şöyle bir yedi yüz yıl olmamış mıydı?
Edebiyatı yepyeni anlayışlarla kavradığımız şu çağda anlatılan dinsel öykünün temsilcisi, hatta vahyedeni gibi konuşmak tuhaftır. Asıl şirk koşmak budur! Eninde sonunda biri de çıkıp “Bunları vahyeden vahyetmiş, size ne oluyor da sürekli aynı şeyleri tekrar edip duruyorsunuz” der. Bütün dini meselleri modern edebiyatın olanakları içinde yeniden üretmek için edebiyattan rol çalmak, başka nasıl yorumlanabilir?
İyimser bir bakışla bu yazarların “kalbinin temiz” olduğunu düşünüyorum. Bu hal onlara edebiyatın coşkunluklarından yararlanan, esrimiş bir inanç sahibi olarak görünmekten başka bir fayda sağlamıyor fakat bir sorumluluk veriyor: Bütün bunların edebiyatla ilgisi nedir, açıklamak zorundadırlar.
Taraftar, mümin veya “sâlik” (tarikat üyesi) olmanın heyecanı anlaşılabilir bir şeydir fakat bunun propagandasını yapmanın edebiyatta yeri bulunmaz. Celaleddin Rumi yedi yüz yıl önce edebi olanla dinsel olanın ayrışmadığı Kant öncesi bir çağda yazıyordu; anlattığı şeyin hem temsilcisi hem de vahyedeniydi, bir şeyhti ve en azından şuttar neşesiyle zıplıyor ve lâmelife baktığında bu harfi ellerini havaya kaldırıp semâ eden dervişe benzetiyordu. İnsan bir şey yazarken kendinden önce yazılmışlara bakmalı. Lâmeliften yola çıkarak Adem ve Havva’nın hikayesini yazan Nazan Bekiroğlu[6], hadi bundan esinlendi diyelim, fakat anlattığı hikâyenin kutsallık atfedilen kişilerin (Adem ile Havva) hikâyesini yeniden yazmak olduğunu aklına getirmeliydi: Öncekiler yanlış olduğu için mi bunu yazdı? Yazdığı bilinmeyen bir hikâye miydi? [7]
Bir konu şüphesiz, defalarca yazılabilir, Faust gibi. Fakat ben burada dinsel buyruklarla, dinsel söylemi yeniden üreten edebiyata, edebiyat içinden soru soruyorum: Sizin yeriniz edebiyat mı? Okura soruyorum: Ey edebiyatı aramayan okur, kitap diye aldığın dinsel hikâyeyi okurken edebiyatı kurban ettiğinin farkında mısın?
Böyle yağma var mı?
Çünkü sanatı araçsallaştıran bu tavır de facto Stalinizmdir. Yıllarca komünizme ateş püskürüp sonra da Stalin’in edebiyat tezlerini İslamileştiren İskender Pala’yı akla getiren bu tavır, edebi düşünceyi sanatsal araç-politik amaç ilişkisine indirgemiş bir ortaoyunu olarak ibretle izlenmelidir.[8]
Sağcı veya Müslüman yazar olarak ortaya çıkanlarda sıklıkla rastlanan bu tutum, onlar arasındaki edebiyat öncelikli yazarları ayırt etmek güçlüğü doğurmaktadır. Tahmin edilebileceği gibi edebi tartışma ancak edebi kavrayışa sahip kişiler arasında yapılabilir. Eğer edebi yapıtın bir edebi çekirdeği yoksa, yapılan tartışma daha çok siyasi ve ideolojik alana kayar.
Elbette herkesin, dinsel, felsefi veya siyasal düşüncesi vardır. Fakat nasıl ki motor üretirken motorun bilgisi din bilgisinden ayrı ise, nasıl ki çiftçilik bilgisi din bilgisi gerektirmezse, sanat bilgisi de din bilgisi ile yoğrulmaz. Sanat yapıtı, sanat bilgisi ile kurulur. Sağ literatürde, pek çok yazar bunun farkında olsa da, anlattığı “fikrin” ve “davanın” kişisi olmaktan kurtulamıyor. Örneğin Mustafa Kutlu, Yahya Kemal’in açtığı o huzursuz “fetih” yolunu tırmalamaktan, Peyami Bey’in, Tanpınar Bey’in, Tarık Bey’in ve nicelerinin travması olan doğu-batı medeniyeti tartışmalarını bir kez daha yinelemekten başka bir şey yapmıyor! Kutlu’nun, derinliksiz tipler yaratmaktan öteye gücü yetmiyor; üstelik Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye zıtlığının çapını genişleterek, zıtlığı Maslak-Suriçi boyutlarına taşıyor.[9]Bu, tekrarın tekrarına düşmektir.
Galiba edebiyatı araçsallaştıran sağcı metnin yeni aruz kalıbı bu: İçinde mimari, fetih ve batı kavramları bulunan bir yapıyı kurmadan, ne okur bunu anlıyor, ne yazar bir şeyi yazmaya heves ediyor. Belki de bu ısrar yüzünden konu bir türlü “insan”a gelemiyor.

14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi Sayı 2 Nisan Mayıs 2014 




[1] Bkz. Mehmet Tekin’in incelemesi: Romancı Yönüyle Peyami Safa,Ötüken Yayınları İstanbul, 1999
[2]İhsan Süreyya Sırma, Tarih Şuuru, Beyan Yayınları İstanbul 2000
[3]Taassup sözcüğünün kökü doğrudan "sinir"le ilgili. "Asabım bozuk" derken kastedilen öfke Arapçadan, olduğu gibi geçmiş. Fiil olarak kullanımı da  bu kökle ilgili: Bir şeyi sarmak, çevrelemek gibi anlamları var. Sinir ağının tüm vücudu sarmasını akla getiriyor. Güç, şiddet anlamları da sözcükte içerili. Asabiyet, bir kavmin fanatik savunuculuğu anlamına da geliyor. Taassupsözcüğü bir fikrin, düşüncenin insanın zihnini sararak başka bir şeyi görmesine engel olması demek. Baş örtmek de sözcüğün anlam çerçevesi içinde; tutucuanlamı da. (Doç. Dr. F. Asiye Kazancı’ya bu etimolojik açıklama için teşekkür ederim.)
[4]Koray Çalışkan, “Özenilesi Yaşamlar” İslami Romanlar Üzerine Bir İnceleme, Birikim 91, ss 89-95
[5] N.Bekiroğlu İsimle Ateş Arasında s.133 Timaş, İstanbul 2002
[6]Nazan Bekiroğlu, Lâ, Sonsuzluk Hecesi, Timaş Yayınları, İstanbul 2009
[7]Ayrıca kadının, yoldan çıkarıcı şeytanın tuzağına ilk düşen kişi olduğunu onaylamak bir kadın yazara düşmeli midir, bu da ayrı bir konu. Bekiroğlu şöyle yazıyor: “Havva, başını kaldırıp da onun yüzüne dikkatle bakınca Âdem’in gözbebeklerinde yasak ağaç suretinde yerleşmiş bir Havva suretini fark etti. Kendisini hiç böyle görmemiş, hiç böyle seyretmemişti. Haklıydı ateş. Ona yaklaşanın aynı kalması mümkün olmamıştı. İkisinin de düşünde daha evvel bilmedikleri bir şey uyandı: Arzu!” (a.g.y, s.106) Aman ne fecidemek geçiyor içimden gülerek: Orwell’ın 1984’te söylediği şu sözü anımsıyorum ister istemez: “Bütün totaliter rejimler arzuyu yok etmek ister!” Evet, şahane! Ben de bu önermeden, “sanata el koymak isteyen bütün sanat düşüncelerinin totaliter olduğu” sonucuna varıyorum.
[8]Yirmi maddelik Muhafazakarın Sanat Manifestosu’nda Pala, şunları söylüyordu:“Muhafazakâr Sanat (MS), sivildir; devlet eliyle kontrole karşı çıkar, devletin patron değil sponsor olarak katkı sağlamasından yanadır. (…) MS, din eksenli bir sanat değildir, ama dini duyarlıkları mutlaka dikkate alır. (…) nüfusunun kahir ekseriyeti Müslüman olan bir toplumda İslami değerlere küfredilmesinden rahatsızlık duyar.” (25.11.2011 Zaman)Buna itiraz eden Dücane Cündioğlu, Pala’yı eleştirdi şüphesiz, fakat blogunda dini vaaz ile karışık bir eleştiri yapmakla yetindi: “Sanat rahim olana değil, rahman olana yönelenlerin, uyumsuzların işidir (...) Sanat tekkede tezahür eder. Ara sokaklarda. Kaldırım kenarlarında. Abes olanın, muğlak ve meçhul olanın sinesinde. Tahayyülün zirvesinde. Zer'le zor'la olmaz bu yüzden” (6.6.2012 İstanbul Haber) diyerek bu abesle iştigal halini reddettiyse de, afili üslubuyla meseleye tüy dikti. Ömer Lekesiz Yeni Şafak’ta ve Şükrü Hanioğlu da Sabah’ta bu bildiriyi açık bir dille eleştirdiler.
[9]Mustafa Kutlu, Huzursuz Bacak, Dergah Yayınları, İstanbul 2008

GARİP ŞİİRİ

$
0
0


Yazar şiirin ışığında dolaşmayı sever; bilir ki, imge denizindeki her çağrışım yolculuğu, ruhun esenliğine varır. İmgesel sözün yinelendikçe yeni anlamlar üretmesi de hayranlık uyandırıcıdır; bu nedenle şiirde yanlış anlama yoktur.
Yazar şairin bu üstünlüğünü kıskanır.
Şairin bir sözle puf diye yelkenlerini şişirdiği kalyonlara gözünü diken yazar hoplaya zıplaya giden, rodeo atı taklidi yapan ve bordasındaki bütün denizcileri silkeleyen o sarhoş gemide olmanın düşünü kurar. Çünkü şairin sözü dümensizdir, her anlama gelir! Oysa yazar, vagonları birbirine bağlayıp çeken lokomotife benzer, yoldur onun dümeni; anlamdır, bütünleyici akıldır.
Şair kırar, yazar kurar. Şair ormanı özetleyen ağaçtır, yazar her ağacı farklarıyla içeren orman. Yazar Perikles gibi uzun mektuplar sever, şair ise Lakoon’dur: “Evet” ya da “Hayır” onun işini görür. Dağın tepesine buluttan bir şapka kondurmak şair işidir; yazar bulutların arasında kendini sınayan bir derviş gibi, kendi ruhunda insanlığı arar; o şapkayla değil, şapkanın altındakiyle ilgilidir.
Sözü akıl ışığıyla yontmak, sözcük işçiliği, şaire düşer: Şair, kitlelerin söz düzenine yön veren bir büyücüdür. O, rüzgarı bir ıslıkla durdurur, yığınlara rüzgar gibi ıslıklar çaldırır. Hiçbir sanatçı, şairin sahnedeki duruşuyla boy ölçüşemez; şair sahneye çıksa da müzisyenler gibi saz arkadaşları yoktur, o tektir. Şairin sözü, yoğunlaşmış emektir ve bütün sanatlar şair sözünün tek oluşunu, müzisyenin kitleleri kolayca kavrayabilmesinden daha çok kıskanır. Şair sözü iki kule arasına gerilmiş bir ipte yürüyüp, aşağıdaki tramplene doğru uçan ve zıplama biçimiyle hayranlık yaratan akrobatlıktır. Bu ustalık izleyicilerin kubbeyi titreten ortak hayranlık sesiyle bütünleşir: Bu nedenle kitlelerin hep bir ağızdan ünlediği şiir sözü pek azdır, çünkü yığınları coşturacak söz, akrobatını bekler.
Garip şiiri, dörtlük, koşma, yahut en radikal yoldan serbest uyak içinde kendini ifade eden şiire “nereye vuracağı bilinmeyen mahallenin delisi” gibi vurdu. Konuşur gibiydi, sözü yüksek görünmüyordu, ev aralarını, dokları, fıstık ağaçlarını anlatıyor, somut varlıklarla ilgileniyormuş gibi yapıyordu. Mahalleli okumuş oğlan tiplemesine çok yakışıyordu, erkekti ama kadını da başka türlü görüyordu, “böyle yatılmaz ki” diyordu, Rimbaud’yu okumakla yetinmiyor, dilimize çevirebiliyordu, Freud’dan haberi vardı, bilinçakışı tekniğini kullanmaktan söz ediyordu.

Bulutların çıkınında
Mis kokulu güvercinleri gökyüzünün
Çıldırtırlar insan gözlü kedileri
Ay doğar kuyulara yalınayak
Telgrafın tellerinde gemi leşleri

Yürürken sık soluk aldığı belli, bezgin duruşlu, şişman, eli bastonlu, gıdısı geniş, hüzünlü, davudi ritmle söz kuran ustalar onlara bastonla vurmayı çok isterdi ama Garip şairleri ihtiyarlara neşe içinde takılmayı seven gençler olduğundan mahalle kahvesinde kavga çıkmadı. Garipçiler hep genç kalacak ihtiyarlar olmayı bu yüzden başardılar: Hep yaşlı doğan gençlerin şiiri de bu yüzden Garip’le birlikte müzelik oldu.
Garip şiiri, dilimizin üzerindeki bütün pası ve kiri silip atmıştır; ne zaman bir Garip şiiri okusam dilimizin parlaklığını ilk defa fark ediyormuş gibi şaşarım. Bunun nasıl başarıldığını bilmiyorum, anladığım şudur ki günümüzdeki alışılmış, sayısız örneği olan ifade, Garip şiirinin hiç benzeri olmayan dil coğrafyasından doğmuştu. Bu, eski sözlerle dolu bir volkanik kayalıkta güçlükle, hoplaya zıplaya ilerlerken, ansızın yağ gibi kaymaya başlamaktı. Dikenli tarladan çıkıp çiçekli, renkli, cıvıl cıvıl bir bahçeye dalmayı esinliyordu: “Gemlik’e doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma” ifadesi kadar şiir dışı ama yeniydi; “Bir kadının suya değiyor ayakları” ifadesi kadar lirik ve benzeri yok bir imgelemdi.
Otuzların Güneş Dil Kuramı’ndan esinlendiği akla gelebilir: Çok yalın ve başka bir dilin çağrışımına kapalı olan Garip şiiri, sözüyle milliyetçilik çağrışımları arasında hiçbir bağ kurmadığı için Güneş’ten de Ay’dan da münezzehtir ve has anlamıyla tertemizdir. Çünkü şiir saf anadildir; Garip bunu fark eden ve Nedim’den sonraki “büyük dil dönüşümü trapezi”nden atlayan ilk modern akrobat oldu.
Tozları silkelenmiş, ışıl ışıl bir dille doğmuştur Garip. Silkelenen toz, bu dilin üzerindeki ağdalı benzetmeler ve terkiplerdi. Kölece boyun eğişle temennah eden övgü dilinden sıyrılıp, kimseyi umursamayan, kendi başına buyruk, yaşam sever kentli insanın dili icat edilmişti!
Garip Şiiri, İkinci Yeni’nin öncü birliğidir, İkinci Yeni’ye kocaman bir kafa golü pası atan sol açığımız olur. Garip Şiiri dil işçilerinin görünmez ruh klavuzudur; şairi ve yazarı dilimizin her işiyle meşgul etmeyi başarmıştır. Garip şiiri dünyalı, geleneği anlamış ve dönüştürmüş insan tipinin çekirdeğidir. Filozoflukla şiir arasındaki sınırı inceltmiş, Türkçenin felsefeye en yakın sesi olmuştur.
Yazarlar Garip’in ve onun meşru çocuğu İkinci Yeni’nin ışığında uzaklara açılmayı sevmiştir; çünkü anlamışlardır ki, söz denizindeki her ruhun esenliği mutlaka iyi bir hedefe varır.
Garipçiler apolitik olmakla suçlanmışlardır, fakat unutmayalım, onlar entelektüeldir: “Kelle fiyatına hürriyet/esirlik bedava” diyen şair, sanatçının partili olmayacağını sezmiş kişidir. Garipçiler için sözün yaptığı devrim daha derinliklidir: Birinci Yeni’dir bu, dilimizin cumhuriyet çağındaki en büyük şiirsel silkelenişidir. Bu yüzden Garip’in tozu curufu, günlük dil döküntüsü başlangıçta çoktur: Dedim ya bugünden bakınca öyle görünür, siz asıl o çağa gidip de bir bakın, Garip’in en sıradan görünen sözlerinin bile o dönemde nasıl beklenmedik, yeni, devrimci  ve “garip” olduğunu görürsünüz.
Onlar bir avuç insan olarak kitlelerin söz düzenine yön veren büyücülerdi. Onlar rüzgarı bir ıslıkla durdurmuş, yığınlara rüzgar gibi ıslıklar çaldırmışlardı.

Sözcükler Dergisi Mart 2014

Article 0

$
0
0


Çocuklarla savaşanlar çocukları öldürür.
Kendi ülkesini fethetmeye çalışan bir ahmaklık yüzünden ölüm dallardaki taze meyveleri, gencecik fidanları vuruyor. O nedenle mutsuz bakar olduk, umutsuz değil.
Gezi'nin umutları dirilten o büyük tarihinin birinci yılı -bu nedenle- "kutlu" değil "mutlu" olsun.


Solculuğun Dünü İslamcılığın Bugünü

$
0
0


I

Yetmişli yıllarda, henüz çok gençken, sömürüye, eşitsizliğe ve ırkçılığa karşı sosyalizm fikrini benimsemenin ruhuma ne kadar iyi geldiğini, içimin nasıl ışıdığını çok iyi anımsıyorum. Bu ışımanın etkisiyle gözlerimin kamaştığını ve bu nedenle bazı şeyleri iyi göremediğimi ise çok sonraları anlayacaktım: çünkü ne Moskova mahkemelerini biliyordum o zamanlar, ne de Katin ormanlarını; ne Kamboçya’daki ölüm tarlalarından haberim olmuştu, ne de Çin Kültür Devrimi’nin hain ilan ettiği “düşmanlar”dan.
O yıllarda sosyalizmin iyi bir toplumsal düzen olduğuna inanç yüksekti. Sosyalizmde olduğu söylenen her türlü kötülük ise propagandadan ibaretti, bundan kimse şüphe etmiyordu.
Şüphesiz yalan yanlış propaganda da çok yaygındı: “Komünizmde ana-bacı yok, karı-koca yok, hangi kadını canın çektiyse eve gir şapkanı as, kocası, babası, kardeşi gelse de dışarıda sen işini bitirinceye kadar bekler” diyen Anadolu işi çamur sıvama rezilliğinden, resmen örgütlenmiş, enstitüleri kurulmuş Amerikan destekli koca koca kurumlara kadar her yerden anti-komünizm fışkırıyordu. Kapitalist ülkeler blokuna “Hür Dünya” deniyordu, hatta Churchill’in sözleriyle sosyalist ülkeler “demirperde ülkeleri” olarak niteleniyordu. İkinci Dünya Savaşı’nda savaş mekanizmasını sivil halk üzerinde denemeyi umursamayacak kadar insanlığını yitirenler ve dünyayı paylaşma savaşı çıkaranlar sanki bu “özgür dünya”nın yöneticileri değildi. İnsanlarını düşüncelerinden ötürü hapse atan, hatta Mac Carthy döneminde her türlü sol söylemi korku dolu bir suç gibi kovuşturan onlar olmamıştı.
Bu kamplaşmanın etkisiyle o yıllarda solcuların gözleri ak-kara, doğru-yanlış, bizden-öteki sınıflaması dışında bir şey görmez olmuştu. Örneğin Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’nda bütün doğu Avrupa’yı işgal etmesi ve orada uydu yönetimler oluşturması doğal görünüyordu.
Doğu Avrupa niye işgal edilmişti gerçekten?
Buna yanıt olarak deniyordu ki: “Bratislava Anlaşmasına göre, bir ülke zor durumda kaldığında diğer ülkelerden (Sovyetler’den tabii) yardım isteyebilir. Durum hukuka uygundur.”
Kendin çalıp kendin söylemek diye buna derlerdi elbette: Hem işgal edeceksin, hem de işgal ettiklerinle bir araya gelip anlaşma hazırlayacaksın, sonra da buna dayanarak o ülkenin iç işlerine karışacaksın.
O zaman Hitler’le niye savaşmıştı ki Çekler, Bulgarlar, Polonyalılar..
Bir ara Kim İl Sung'un kitabını okuyorduk: Acayip bir adam diyorduk, ne Sovyet ne de Çin yanlısı, yani üçüncü yolu savunuyor. Ayıla bayıla okuduk: “Proleter enternasyonalizminin bayrağını yükseltelim!” adıyla dilimize çevrilen kitabında dinsel doğrular ve buyruklar gibi, partinin şaşmaz doğruları, hainler, revizyonistler şunlar bunlar anlatılıyordu. Henüz ölmemişti, oğluna hanedanını bırakmamıştı, oğlundan da tuhaf saç tıraşlı torununa diktatörlüğünün süreceği bilinmiyordu. Hele hele kendisine yazılan mektupların bile sergilendiği müzesi açılmamıştı.
Kişiye tapınmanın böylesine yüceltildiği bir hal sosyalizmle bağdaşabilir mi sorusuna ahmakça yanıtlar veriyorduk, Ama.. diyorduk, ama bakın orada sömürü yok, sınıflar ortadan kaldırılmış, eşitlik..
Böyle teranelerle birbirini efsunlayan sağır büyücüler gibi yığın halinde bir o yana döndük Etiyopya’da ve Yemen’de bugün gerici bile demeyeceğimiz “kurtuluş savaşları”nı selamladık, bir bu yana döndük Çinhindi anavatanımız oldu. Tabii kutbumuz da rehberimiz de Latin gerilla hareketleriydi.
Programımızda insan hakları, demokrasi bilinci, bireysel özgürlükler, lideri putlaştırmaktan kaçınma ve söz söyleme özgürlüğü yoktu. Seçimle işbaşına gelmiş Allende’yi değil, savaşarak iktidarı alan 26 Temmuz (Küba) ve Sandinista (Nikaragua) devrimlerini örnek alıyorduk. “Neden demokratik bir programınız yok” diyenlere “Şili’de olanlara bakın” yanıtı veriliyordu, şüphesiz doğruydu bu; “emperyalist saldırıdan fırsat kalmıyor ki buna” deniyordu. Biri çıkıp da “Niye güçlü devletler kurmuş Sovyetler’de veya Çin’de demokratik yönetimler yok” dese, “Sosyalizm kendini savunmak için silahlanmak ve düşmanlarına göz açtırmamak zorundadır” diyerek karşı konuluyordu.

                                 Kamboçya, Kmerlerin Marifeti 1976

Yüzeysel ışığı süslü ama içi karanlık olan bu yanıtlarla yetinmek, solu topluma düşman, eşitlik adı altında herkesi köleleştirmeye çalışan bir düşünce olarak yaftalamaya olanak tanıdı. Sol, kendi kuramsal kaynaklarını popülizmin sığ sularında çarçur ediyor, bütün insanlığı kardeş bilen o yüksek düşünce adım adım Rus, Çin, Macar, Çek, Slav milliyetçiliklerine dönüşüyordu. Hangi zihinsel içerikle sosyalizmi yorumladığı anlaşılamayan Pol Pot adındaki cani, insanın gözlüklü oluşunda bile burjuvalık gören müritler yetiştiriyor, Marksizmin seküler ve bilgi dolu insan tipi kayboluyor, her devrimci iman dolu savaşçıya dönüşüyordu. Sosyalizmin enternasyonalizmden milliyetçiliğe, özgürlükçülükten despotizme evrildiğini kavramak için bu yapının yerle bir olması gerekti.
Bir örnek vereyim: Doğu Avrupa’nın bütün o uydu “sosyalist” despotları bir bir devrilirken, onları “Sovyet emperyalizminin uşağı” olmakla suçlayan Arnavutluk’ta böyle hareketler yoktu. Buna bağlı olarak da ülkemizdeki Arnavutluk sosyalizmi yanlıları orada gerçek sosyalizmin yaşandığını ve o yüzden burjuva düzenini savunan olaylara rastlanmadığını düşünüyorlardı: “Biz söylemiştik” diyorlardı, “Bizim haklı olduğumuzu anlamanız için Doğu Avrupa uydularının yıkılmaları mı gerekiyordu?”
Çok değil aylar içinde bu sefer Arnavutluk’tan gemiler dolusu insan batıya kaçmaya başladı, pek çok ülke sınırlarını kapattı, hatta bir gemi, içinde binlerce insanla birlikte Akdeniz’de bir cüzzamlı topluluğu gibi haftalar boyu dolaştı. “We love U.S.A” veya “freedom” dövizleri bir hayalet gibi Akdeniz’i turladı.
Böylece sol, reel-politik’in kurbanı oldu; oysa sayısı milyonları bulan insan, bu fikirler uğruna ölüme gitmişti, sosyalizm taraftarlarının çektiği çileler Hıristiyan martirlerini aratmıyordu. Belki de bu yüzden olsa gerek, sosyalistler, düşüncelerine uygun olmadığı halde dini akımlara benzediler ve ölülerine “şehit” dediler.
Bu ölüm seviciliğinin sosyalist kültürün terk edildiği bir çağı işaret ettiği tartışmasızdır: Sosyalizmin birtakım şeflerin (şeyhlerin dememek için kendimi güç tuttum) iradelerine ve beyanlarına bağlı, marazi bir itaat kültürü haline geldiği, her şeyin halen ak-kara, doğru-yanlış mantığına göre açıklandığı bu ölüm tapınmasından ve şehitler edebiyatından anlaşılabilir.
Günümüzde sol olduğunu iddia eden bir hareketin, bütün bu anlayışlarla bağını koparması ilke olarak beklenmelidir: “Yurtseverlik” “ulusal değerler” gibi kavramların ardına geçerek, Stalinizmi yücelterek solculuk yapılamaz; bu olsa olsa soğuk savaş yıllarında Doğu Avrupa’daki “ulusal sosyalizmlerini koruyan” yönetimlerin ve onları destekleyen “dilsiz şeytanların” safına girmek olur.
Komünizmle ulusal çıkarları bağdaştıranların enternasyonalizmi reddetmesi çok olağandır: Ancak bu, solu sol yapan en temel değerin inkarıyla solculuğa başlamaktır.  
Komünist Hipotez adlı yapıtında ‘partiye karşı devrim’ denebilecek bir ilke öneren Alan Badiou’nun solun kendini yenilemesi konusunda bir ışık yaktığını düşünüyorum. Öte yandan Badiou’nun yaklaşımı da dahil her türlü yenilik önerisinin o eski ulusal sosyalist deneylere göre yapılması (Sekiz yüz bin kişinin katledildiği kültür devriminden söz etmeyen Badiou’yu anlamıyorum), yıkılıp gitmiş o korkunç iktidarların şiddet anaforunda yüzdüklerinin tescillenmeyişi bana insanca görünmüyor.
Büyük bir kurtuluş estetiğinin, özgürlüşmenin esinleyicisi olan sol, 1917’de ilk kez iktidarı ele geçirdikten sonra, yirmi otuz yıl içinde, estetikten yoksun, nevrotik bir güç oldu. Böyle bir kriminal odak haline geldikten sonra solun hem dışarıdan hem de kendi tarafından algılanışı aynı kaldı: “Ötekiler haksızdır: Yıka yıka, süründüre süründüre geliriz ve herkesi dediğimiz biçimde, öngördüğümüz biçimde değiştiririz.”
Kitleleri eğitilmeye ve parti düşüncesine benzetilmeye muhtaç bir sürü gibi görmenin doğal sonucu olan bu görüş, ne yazık ki bir yığın parlak, romantik ve ilerici genç insanı olmayacak hayaller peşinde tüketti. Bugün sol söylem, sekülerizm, enternasyonalizm, demokrasi, çevrecilik, toplumsal eşitlik, ırkçılık karşıtlığı ve cinsiyet faşizmine karşı olmak dışında kalan her türlü ilkesini gözden geçirmek zorundadır. Özellikle yeni bir siyaset felsefesine ihtiyaç duyulduğuna şüphem yoktur.
Başkalarını belli bir yaşam biçimine zorlamanın çağını aşmak yeni bir yönetim felsefesiyle ve yeni bir dille mümkündür: Silahlı mücadele ikonlarını, devleti, ulus kavramını, ölümü ve şiddeti kutsayan o devrimseverlik dili romantik olabilir ama insanca değildir.



II

Sosyalizmin bir fikir hareketi olarak çökmeye başladığı 1980’lerden itibaren, İslam ülkelerindeki düşünürlerin keşfi başladı. Bu, aslında düşüncenin düşünce olarak değerli olduğu Abbasi rönesansından farklı olarak düşüncenin islami düşünce olarak değerli olduğu fikrini savunanların keşfinden ibaretti. Batı tarafından ötekileştirilen Müslümanların, tepkisel olarak Batı’yı ötekileştirdiği ve insanlığın kardeşliğini öngören yaklaşımlarla bağını kopardığı anlaşılıyordu.
Felsefi geleneği olan Arap ülkelerinde o büyük felsefi geçmişe rahmet okutan bir sığlık, uzakdoğu Müslümanlarında hayret verici bir bağnazlık, İran ve Kafkas dünyasında ise adeta Haşhaşilerin küllerinden doğmuş dar kafalı bir militanlık başını aldı yürüdü.

                                      İslami terör olmasa bu söz ne güzel olurdu!

Artık tartışmasız bir biçimde başka dinden, mezhepten ve gelenekten olanlara hürmetin ve saygının tükendiği bir Müslümanlık çağındayız. Bir kültürler harmanı olan ülkemizde seküler düşünce baskı altındadır, Sünnicilik öne çıkmıştır: Köklü bir heterodoks tarihin evlatları değilmişiz gibi, o büyük geçmiş, aşağılık duygularıyla mustarip bir güruhun kendini tatmini için çarpıtılmış ve fetih menkıbeleriyle gölgelenmiştir. Başkalarının yaşamını Müslümanlık adına düzenlemekten başka bir “yücelik” düşünemeyen taşra görgüsüzlüğünü bir siyaset yolu olarak kabul etmek ülkemiz muktedirlerinin popülizm yolundaki en görkemli hatasıdır. Bu hata nedeniyle “Ayasofya’nın ibadete açılması” düşüncesi kuvveden fiile çıkmış, Trabzon Ayasofya Müzesi cami olarak yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Cami yapmanın kolay ve serbest olduğu bir ülkede, başka dine ait bir tarihsel yapıyı cami olarak ibadete açmanın vicdan ve hukuk açısından belki beş yüz yıl önce “fetih” diye bir karşılığı olabilirdi ama bugün, bu koşullarda fetih denen şeyin uluslararası hukuka göre karşılığı barbarlıkla eşdeğerdir. Dini bir savaş olarak görenlere öldürmenin övgüsünden başka bir şey kalmaz ve bunun da hoşgörülecek tarafı olamaz.
Bağnazlık sonsuz bir kuyuya benzer, düşmenin sonu yoktur. Bağnazlığın dünyasında sonraki günün bağnazlığı önceki günü geride bırakır: Kızlarla erkeklerin aynı merdivenleri kullanmasından rahatsız olduğunu söyleyen Trabzon Milli Eğitim Müdürü, Ayasofya’nın ibadete açılmasını unutturur; Ayasofya’nın ibadete açılmasını da başbakanın “evlere müdahale” atağı akıldan çıkarır. Çünkü Müslümanlar bütün bu olaylara genel olarak sessiz kalmışlardır.
              Peki recm kanınıza dokunmuyor mu sayın başbakan? İslami terör ille de silahlı mı olacak? 
              "Kitapta yeri vardır" diyerek böyle vahşice bir şeyi eleştirmemek insanca mıdır?

Kız çocuklarını türbanlı olarak üniversiteye sokmak için verilen kavgayı hiçleştiren, aynı sınıfta erkek arkadaşıyla oturan kızlarımızı, kızlara ödev veren erkek hocalarımızı, otobüste yan yana oturan kızlı-erkekli çocuklarımızı potansiyel cinsel suçlu hale getiren bu tip adamların yarın ne gibi bir cevher yumurtlayacağını bilemeyiz. Onlar kadını şeytanlaştıran bir hegemonyanın peşindedir, bütün “vizyon” ve “fikir” sabuklamaları ise kenar süsünden ibarettir: Bu hegemonya iktidar söylemini muhafazakar erkek ideolojisiyle kurmuştur.
Laik-Türk söylemiyle toplumu kavimler cehennemine dönüştüren kronik gizli askeri yönetim gitmiş, Sünnilik söylemiyle cehennemin yolunu döşeyen kronik polis devleti yönetimi gelmiştir.
Bütün revanşist siyasal hareketlerin ortak özelliği intikamla iktidarı birbirine karıştırmaktır: Fransız ve Sovyet devrimlerinde örneğini gördüğümüz gibi, mazlumların iktidarı ele geçirmesi elbette önemli bir şeydir fakat iktidarı ele geçiren mazlumun en az önceki kadar zalim olması korkunçtur.
Rus işgaline karşı savaşan mazlum Afganlı, iktidarı ele geçirdikten sonra Kaide oldu ve “put” diyerek dev Buda heykellerini yıktı. Kadınları eve kapattı ve –temel hukuk ilkelerine göre değil- töresel nitelikteki din kurallarına göre insanları yargıladı, idamlar, işkenceler gerçekleştirdi. Türkiye’deki Müslümanların buna diyecek bir şeyi yoksa, onlara devrimcilerin 1970’lerde Kamboçya veya Çekoslovakya karşısındaki suskunluğunu, o dilsiz şeytanlığı anımsatmak yerinde olur.

Breh breh! Demokrasiye karşı verilen yanıta bir bakın! Utanmazlık ve aymazlık bu kadar olur! Bu insanlarla aynı çağda yaşadığına utananlar, onlarla aynı dinden olmaktan sıkıntıya düşenler "ama" demeden konuşabilen vicdan sahipleridir.

Bir Müslüman, dünyanın bütün gerici ve baskıcı rejimleriyle sadece Müslüman oldukları için işbirliği yapan yöneticilerini onaylayabilir mi? Sudan veya Suudi Arabistan gibi ülkelerin zalim despotları salt Müslüman olduğu için “kardeş” sayılabilir mi? O halde, bir zamanlar Pakistan’ın zalimi General Ziya Ül Hak’ı “kardeşim” diyerek kucaklayan Kenan Evren’i kim ayıplayabilir? Hatta ayıplamayı bir kenara koyup “Ne yapalım devletlerin politikası ile inanışlar aynı kefede tartılamıyor” mu denecektir? Öyle bir durumda bir Müslümanın, Çekoslovakya’nın işgali karşısında “ama” diyerek gerekçeler öne süren partili yoldaştan farkı nedir?
Bana dünyadaki bütün Müslümanların aynı olduğunu söylemeye kalkanlara itirazım var: Kimse Vahabi, Şii veya bilmem ne inanışına göre yaşamak zorunda değildir. Madem ki her şey Allah’la kul arasındadır, asıl şirk, toplumu şeyhlerin veya emirlerin düşüncelerine uydurmaktır. Anadolu Müslümanlığıyla, Kaide’nin hayata geçirdiği şeyin aynı olduğunu düşünen ve buna sesini çıkarmayan bir Müslüman bende nasıl güven uyandırabilir? Sovyet işgali karşısında “ama..” diyerek gerekçeler öne süren devrimciler kime güven verebildi ki o Müslüman versin?
İslamcı mahkeme, islamcı okul.. Bunlar kabul edilemez. “Atatürkçü okul olabiliyor” demek yerine,  “Gelin bunu okul yapalım” demek daha anlamlıdır. Çünkü çağımızda birilerinin doğru bellediği hiçbir şeyin doğru olmadığını gösteren büyük işaretler mevcuttur. Bir lidere, bir bilmemneciliğe göre şekillenmiş olan her şey buharlaşıp başka bir şeye dönüşmektedir: 68 solculuğu bugün nerede? 78 solculuğu enternasyonalizmden gelip köycülükle-martirlik arasındaki ulusal mayınlar arasında infilak etmedi mi? Yaşam dinamiktir ve birtakım “büyük” fikirlerle, başkalarının (çocukların, gençlerin, halkın, toplumun) fikrine “ayar vermeye” çalışanlar derin yıkımlar göreceklerdir. Atatürk veya Lenin gibi toplumu gerçekten kurtarmış büyük liderlerin bile tapınma düzeyinde yüceltilmesi nasıl karikatüre dönüştüyse, bugünkü “kutsallıkların” çoğu da yakın bir gelecekte karikatür haline gelecektir.
Dünyada Müslümanlığı eleştirenlere karşı yaşatılan terör hangi gerekçeyle haklı bulunabilir? Salman Rushdie, Teslime Nesrin gibi pek çok yazar hakkında verilen ölüm fermanı İslam’ı başka dinden insanların gözünde sevimli hale mi getiriyor, yoksa Müslümanlığı zorba bir inanış derecesine mi indiriyor? Bilindiği gibi tartışmalarda kavga çıkaranlar kendi fikrine güvenmeyenlerdir; İslam’ın “Ben doğruyum, doğru bulmazsan seni öldürürüm” sözüyle özetlenebilecek bir slogana indirgenmesi nasıl bir ruh yüceliğinin işaretidir?
Bugün Müslümanlığını öne çıkararak toplumda yer edinenlerin çoğunu 1970’lerde dalga dalga solculaşan kişilerin durumuna benzetiyorum. Herkesin tek-tip düşünceye doğru itildiği bir sosyalist (veya Müslüman) coğrafya hayal etmek: Bundan daha büyük zulüm olur mu? İslam’ın tahayyülü bu mudur? Medinet’ül Fazıla’yı bile hayal edemeyen, Farabi çağının gerisine düşen bir anlayışla modern çağda düşünce öne sürülebilir mi? Bu olsa olsa otoriteryen, maddi-kalkınma retoriğiyle yetinip toplumu manevi düzlemde “ıslah” eden, tek tip, baskıcı bir islami düzen kurmak demektir. Yetmişlerdeki solcuların kalkınma retoriği bile bundan daha insancaydı; bugün böyle vahşi bir retorik kullanmak, din adına yola çıkan bir düşünceye yaraşır mı?
Sağcı-kalkınma retoriğinin mimarı Menderes’in izinde giden iktidarın, Menderes’le aynı söylemi kullanması dikkat çekicidir. “Bizimkiler” ve “onlar” ayrımı Menderes’in Vatan Cephesi’ni akla getirir. 1950’lerde Demokrat Parti’nin sandıktan aldığı güçle çoğulculuk diktatörlüğü kurduğu, günümüzde de bunun yinelendiği çok açıktır. Acaba bugün iktidar ne yaptığını bildiği için mi darbe çağrışımlarıyla uykusunu kaybetmiş, sokakları polisle doldurmuş, yargılama usüllerini hiçe saymış, kitlesel protestoları “idamlık suç” sayacak kadar oturduğu koltuğu mülk sayar hale gelmiştir?
Menderesli yıllarda da “kökü dışarıda” fikirlerden söz edilir, insanlar düşüncelerinden ötürü koğuşturulur, gazeteciler hapse atılır, işsiz bırakılırdı. Gazeteler ağır baskı altındaydı: Bütün bunlar ülkenin sonraki yıllardaki kamplaşmasına dayanak oluşturdu, hukukdışı bir yargılamayla trajik biçimde idam edilen Menderes ve arkadaşları, yönetimin askerleşmesi için hep gerekçe yapıldı, darbeler olağanlaştı, askerler “kurtarıcı” oldu. “Baskıyı ortadan kaldırmak” o zamanlar darbecilikle malul solcular da dahil hiç kimsenin aklına gelmiyordu. Mesele, baskı aygıtının kimin eline geçeceğiydi.
Bugün, zaman geçmiş, eski çamlar bardak olmuş, baskı aygıtı Menderes ekolünden gelenlerin eline geçmiştir. Fakat anladığım kadarıyla tarih tam da kaldığı yerden canlanmış, iktidar partisi soğuk savaş dönemi sağcılarının yaptığı şeyleri yinelemekle yetinmiştir. Çok sayıda öğrenci, gazeteci veya vatandaş gösteri yaptığı için hapsedilmiş, tiyatro oyunları bile ayaklanma provası olmakla itham edilmiştir. Ülkeyi George Orwell’ın distopyası olan 1984’ün karanlık atmosferine sürükleyen bu gelişmeler içler acısıdır: Ali İsmail Korkmaz’ı Eskişehir’de bir hiç uğruna döve döve öldüren polislere arka çıkan iktidarın Mısır’daki isyancılar için Mısır polisine ateş püskürmesi vicdan ve adaletle açıklanamaz. Bu, “biz” ve “onlar”ın uluslararası plana taşınmış şeklidir: Mısır’daki Sünni bizdendir ama Türkiye’deki alevi ve solcu “onlar”dandır diyen bir iktidarın adında adalet olsa ne olur, kalkınma olsa ne olur? Bu ülkenin başbakanı elli vatandaşımızın öldüğü bombalı saldırıda ölenleri “sünni kardeşlerimiz” diyerek anıyorsa, kendi ülkesindeki Gezi Parkı’nı lanetleyip Rabia Meydanı’na övgüler yağdırıyorsa ondan bu ülkeye hayır gelir mi? Oysa insanlık acısıyla yüreği yoğrulanlar polis kurşunuyla öldürülen Esma kadar, polis dayağıyla ölen Ali İsmail Korkmaz için de gözyaşı dökmelidir.
Türkiye her gün yeni, bağnaz bir açıklamayla ürpermektedir; adam kayırmacılık alıp başını gitmekte, bir politik partiye dönüşmüş olan polis baskısıyla vicdanlar sarsılmaktadır: Bu ülkede kötü düşler görmeden yaşayan kimse kalmamıştır.

                                      Yetmedi mi artık? Bu nasıl bir garabettir?

Kamu birimlerindeki çapsız yöneticilerin “bizdendir” fikriyle bu kadar korunduğu başka bir çağ var mıdır? Bu ülkede skandalsız sınav, adam kayırmasız iş yapılamaz oldu; valilerle mahkeme başkanlarının, polislerle savcıların görev tanımı karıştı; cezaevi cezayerine, okul mokula dönüştü. Düşünün ki hala bu ülkenin YÖK’ü var, üniversite tepeden denetleniyor. Rektörlük seçimlerinde ise en çok oyu alan rektör adayının göreve gelmesi tesadüften ibaret; “atanması” gerekiyor: Ülkemizin en yüksek derecede eğitilmişleri bile kendi yöneticilerini seçmede ehil sayılmıyorlar.
Demek ki bu ülkede çoğunluğu eline geçiren, kendisine zulüm yaptığını söylediği bütün kurumları da eline geçiriyor; nedense aynı zulmü başkalarına yapmaya başlıyor fakat zalimken kendi yaptığını haklı görüyor.
“Bir dava için” iktidar olmak budur ve ne yazık ki böyle iktidar olmak haksızlığı yaygınlaştırmak anlamına gelmektedir.
“Katli vaciptir” sözüyle hiçbir problemi olmayan Müslümanla içinde bulunduğumuz çağın vicdanı bağdaşmaz. Laiklik adı altında insanlara baskı yapılması elbette çağa aykırıydı; fakat öte yandan içinde bulunduğumuz çağ, laikçiliği eleştirenlerden özgür toplum savunusu beklemektedir: Kahrolsun sekülerizm diyerek “özgürlükçülük yapan”lar, mezbahada koyunların yaşadıkları sürece yaşam hakkına dokunulmadığını söyleyenlere benzerler. Bu halleriyle dilsiz şeytan olsalar iyi: Düpedüz şeytandırlar.

YORUM YOK

$
0
0

Marstan dünyanın ve ayın görünüşünü, Mars’ın gecesini, dağlarını gösteren bu fotoğrafın yayımlandığı Hürriyet internet sitesinde 11 Temmuz günü bir sürü yan başlık vardı onları yazmak istiyorum:


-Oruçluyken cinsel ilişki olabilir mi?
-Porscheli kız ne dedi?
-Arjantin şampiyon olursa bilmem kim Rihanna’yla 1 hafta cinsel ilişki kuracak
-Apollon tapınağı beyaz çimento ve mermer tozu ile restore ediliyor
-Neden boşandılar
-Falanca Bodrum’a gitti
-Başbakan IŞİD’e seslendi: “Şu mübarek günde rehineleri bırakın.”
-Burcunuz
-Yıldız Tilbe “Allah Hitler’den razı olsun Yahudilere az bile yapmış” dedi.

EDEBİYAT VE DEVRİM

$
0
0




I

Edebiyatta devrim eski biçimler ve biçemlerden kopmaktır. Edebiyat devrimcisi bu açıdan bakıldığında, geçmiş siyasal kültürden ve yönetim süreçlerinden kopmayı hedefleyen siyasal devrimciyi akla getirir. Ne var ki bu yalnızca zihnimizin bir yakıştırmasıdır, çünkü hangi döneme bakarsak bakalım edebiyat devrimcisi ile siyasal devrimci paradoksal bir biçimde ayrıktır. Hatta daha kesin bir ifadeyle, siyasal devrimci (özellikle iktidara gelen devrimci) edebiyatta gelenekçi saflara yerleşmiş kişidir; yeniliği sevmez ya da en azından yeniliğe ilgisiz kalır.
Devrimler tarihinden anladığım kadarıyla, siyasal devrimlerin bütün yenileyici ve dönüştürücü karakterine karşın, siyasal devrimciden bir edebiyat devrimcisi çıkmıyor. Siyasal devrimci, toplumu işaret edip bağırıyor: Ajitasyon ve propaganda isterim! Çünkü siyaset her zaman sanatçının siyasal gücün yanında durmasından ve sanat yoluyla propaganda yapmasından yanadır. Fransız, Çin, Rus, Türk, Yunan ve Doğu Avrupa devrimlerinin edebiyata bakışı düşünüldüğünde bu istek dolaysız ve apaçık görülür.
Fransız Devrimi çağında melodram öne çıkmıştı; melodram, duyguları anlamsız derecede abartmakta, olayları iyi ve kötü arasında paylaştırarak öyküyü duygu yüklü bir farsa dönüştürmekteydi. Kurtarıcıların ve raslantıların fazlasıyla öne çıktığı bu anlatı türü, daha sonra ulusal edebiyatlara yerleşti: Yunan ulusal edebiyatı üstün kahramanların övgüsüne ve Türkleri ötekileştirilmesine dayanmaktaydı. 1908 Devrimi’nden sonra doğan Türk “Milli Edebiyat” akımı da İttihat ve Terakki’nin Turan’ı icat etmesine bağlı olarak “çevremizi sarmış düşmanlar” söylemi içinde Yunan, Ermeni, Arap, Sırp, Rus ve Bulgar düşmanlığını körükledi. Bu edebiyat da kaçınılmaz olarak “eşşiz Türk kahramanlığı” söylemine dayanıyordu.
Fransız Devrimi’nin etkisiyle yayılsa da klasik edebiyattan alınan bu kahramanlık mitosu ve kötülükler farsı, sosyalist devrimler çağını da etkiledi. Yirminci yüzyıl, yalnız büyük edebiyatçıların çağı değildir; o aynı zamanda siyasetçilerin alkışlarıyla edebiyatçı koltuğuna oturan milliyetçi, dinci veya sosyalist propagandacıların altın çağıdır. Bu yüzyıl iktidar kavramıyla zehirlenmiştir, siyasal iktidara payanda olmuş edebi iktidarcıklar bu yüzyılda kurulmuştur. Özgürlükçü yazarlar sanatın özerkliğine vurgu yaptıkça, şirret bir dille sanatçıyı politik taraf olmaya çağıran sıradan yazarlar bu çağda yaşamıştır. Oysa böyle bir hal sanatın soysuzluğundan ve siyasetin ahlaksızlığından başka bir şey değildir. Sanatın ve siyasetin yetersizlik itirafı anlamına gelen bu patronaj ilişkisi ne yazık ki bir çöküştür ve acınası bir yüzsüzlükle başkalarını çöküş içinde olmakla (dekadansla) suçlar.
Yığınları yönetmeyi ve bir arada tutmayı amaçlayan siyasetle insanın kendini estetik olanaklar içinde tanımasını amaçlayan sanatın ideolojik işbirliği hiç de doğal bir şey sayılamaz. Edebiyatın siyasal retoriğe göre hizalanması ve bunun olağanlaşması geçen yüzyılın ortalarına kadar yalnız edebiyatı değil sanatın bütün dallarını zehirlemiştir: Bu zehirlenme öyle güçlü olmalı ki, etkileri günümüzde bile “tam gaz” devam etmektedir. En sonuncu zehirleniş hali ülkemizde Muhafazakar Sanat veya Gelenekçi Sanat gibi başlıklar altında İslami propagandanın borazanlığı biçiminde vücut bulmuştur.


II
Devrim eski yönetimi tasfiye ettikten sonra kaosu sona erdirmek için istikrar arar. Bu sırada ona en çok gereken iki kavram restorasyon ve iktidardır. Şeytanlaştırma ve düşmanın kötülükleri söylemin yapısını belirler. Bu durum devrim önderlerini sanat karşısında ciddi bir körlüğe sürükler: Lenin’in, Rusya’daki hiçbir avangard sanat hareketiyle alışverişinin olmayışı bunun göstergesidir. Çernişevski’nin yazdıklarına göre Lenin Tolstoy’u Rus Devrimi’nin aynası sayıyor, yenilikçi ressamların ve Rus fütüristlerinin yapıtlarını kavrayamıyordu. Yine de dönemin yenilikçileri sabırla yol aldılar: Çünkü bu siyasal devrimin vaat ettiği özgürlüklerin sanatsal özgürlükler için de geçerli olduğunu sanıyorlardı. Sovyet Devrimi’ne gönül veren sanatçılar da, devrimci ve yeni bir sanat yaratmak için bu yeni ülkeyi dolduran dünyalı sanatçılar da çok geçmeden büyük bir düşkırıklığı yaşadılar. Bunun nedeni edebi devrimin “programı”yla siyasal devrimin programının aynı yöne ilerlemeyişiydi. Edebi devrim, tarihin bıraktığı yazınsal mirasın üzerinde, eskilerden farklı bir zihinsel dönüşümü amaçlıyorken, siyasal devrim geçmişin yönetim alışkanlıklarını yinelemekte ve yalnızca ekonomik dönüşümü amaç edinmekteydi. Durum böyle olunca edebi devrim siyasal devrimin amaçlarına bağlı kalmamaya başladı. Oysa siyasal devrim, kendine benzemeyen herkesi ve her şeyi düşman olarak algıladığından, eleştirel düşüncenin bütün unsurlarını, -dost bile olsalar- susturmayı gerekli görecekti. Bu yüzden o büyük edebiyat örgütü, yani Sovyet Yazarlar Birliği, sanatçıların bürokratlaştığı korkunç bir politik mekanizmaya dönüştü. Başında da Rus edebiyatının çöküş simgesi olan, dargörüşlü Maksim Gorki vardı.
Sovyet ve Çin devrimleri, salt sanat tarihi açısından değerlendirilirse gerçek bir “karşı devrim”dir. Zaten bu devrimlerin kişiyi putlaştıran siyasal tarihleri üzerinde birazcık düşünmek, onların zamanla politik açıdan da karşı devrime dönüştüklerini anlamaya yeter. Şimdiye kadarki bütün sosyalist devrimler kısa zamanda yığınları devrimin öznesi olmaktan çıkarmış, partiyi yüceltmiş ve liderlere odaklanmıştır. Lidere veya onun programına itiraz edenler muhalif oldukları için –her nedense özgürlükler adına- pasifize edilmişlerdir. Doğrusu, bir yığın sudan gerekçeyle sosyalist devrimlerin pek çoğu özgürlükçülüğü yok etmiş ve öncelikle sanatı sisteme bağlamakla işe başlamışlardır.
Reel sosyalizmlerde gözümüze çarpan sosyalist devrimci, kuramın ve Marx’ın öngörüleriyle alay eder gibi, özgürlükçülüğü temsil eden, alnı ışıklı, bilgi dolu bir “yeni insan” olamadı. O, bağnaz dindarlar gibi farklı söz söyleyeni sapkınlıkla, yoldan çıkmakla, kutsal kitap haline getirilmiş olan parti metinlerine ihanetle suçladı. Sanatsal olarak içsel olgunluğa erişemeyenlere özgü olan bu tavırda, gerçek bir özgürlük ve empati düşmanlığı vardı.
Oysa sanat, yapısı gereği empati ve özgürlük istiyordu.
Çarlık döneminde ağır sansür ve baskı çağında bile büyük bir edebiyat yaratan Rusya’nın Sovyet çağında her nasılsa Şolohov’dan başka bir yazar çıkaramayışı, Pasternak’ı yasaklayacak kadar alçalışı ve özgürlük düşmanı rezil tavırlar takınarak Soljenitsin gibi sıradan bir yazarın dünya çapında ün kazanmasına neden oluşu, düşünülesi bir durumdur. Kendi diniyle övünen Müslümanların, İslam karşıtı söz söyleyen pek çok kimseyi ölümle tehdit etmesinin gülünç çelişkisi gibi; özgürlükçülük kavgasıyla doğan devrimciliğin özgürlüğü yasaklaması, devrimin bu paradoksu basit bir politik yanlış değil, insanlığa ve akla karşı işlenmiş büyük bir suçtur. Çünkü bu tavır, eşitlik ve özgürlük fikrinin olamayacağını, devrimlerin ağır bir esaret rejimi yarattığı düşüncesini kendi kendine kabul etmek anlamına gelir. Hal böyle olunca herhangi bir karşı propagandaya gerek kalmaz: “Evet biz diktatörlük istiyoruz” sözü günü kurtarsa da kuramı halk düşmanlarının bulunduğu safa yerleştirir; bu da herhalde övünülecek ve arkasında durulacak bir şey değildir.


III
Sanatı araçsallaştıran, onun özgürlüğüne darbe vuran ilk sosyalist önerme Lenin’in “Parti Edebiyatı” yazısındadır: Edebiyatçıların partili olacağını açık ve seçik bir biçimde ilk dile getiren kişi Lenin’dir. Şüphesiz ‘literature’ kavramı tek başına edebiyatı değil, yanına aldığı sözcüğü de işaret eder ve yeni bir ad olur: “Parti Literatürü” sonraki yıllarda küçük bir çarpıtmayla, “partiyle ilişkili külliyat” olarak yorumlansa bile, herkes bilir ki, sosyalist gelenekte “partinin edebiyata egemen olması” de factokabul görmüştür.
Bu yol, sanatı küçümseyen, ideolojik tapınma söylemi yaratan iktidarların yoludur; böylece sanat araçsallaştırılmış ve sosyalizmin kendine güveni adım adım yok olmuştur. Bir yönetim, açıklık yerine zorbalığı seçerse kendine güvenmiyor demektir. Çağımız kendine güvenmeyen zorba yönetimlerin kabadayılık çağıdır. Bu yüzden ne yazık ki, dünyada yalnızca kapitalist zorbalar göremiyoruz, oligarşik despotluklar, monarşik tiranlıklar kadar halk iktidarı olduğunu söyleyip halka zulmeden sosyalist diktatörlükler de göze çarpıyor.
Halka karşı halk iktidarı kurmak çağımızın gülünesi çelişkisidir.
İnsanlığın gözleri önünde, eğlenceli, mutlu ve akıl dolu bir toplum yaratmak varken, onları imrendiren bir mutluluk dünyası inşa etmeye çalışmak dururken sosyalist iktidarlar insanları ödevler ve mutsuzluklar içinde serseme çeviren bir düzen yaratabildi. Bu, hiç de Troçki’nin tasarımladığı gibi “sıradan insanları Aristo, Marx veya Hegel yüksekliğine çıkaracak bir sistemi yaratacak” bir düzen değildi. Kalkınma, yatırım, üretim ve refah gibi kapitalist kavramlarla toplum ekonomisini reel olarak büyüten parti diktatörlükleri, insani koşullardaki gelişmeyi insafsızca küçülttüler. Berlin’i duvarların gerisine hapseden ve kendi ülkesinin başkentini hapishaneye çeviren akıl, bu yüzden, kot pantolon, kola veya hamburgeri özgürlük simgesine çeviren sıradanlığa yenildi.
Özgürlüğün kitlelere ulaşmasını önlemek için Berlin Duvarı örmekle, sanatın kitlelere ulaşmasının önüne dikilmek aynı şeydir. Gorki’nin 1934’te başına geçtiği Sovyet Yazarlar Birliği, parti edebiyatını bir baskı motifi olarak insanlığın başına bela etmiş, Jdanov ve Mao Zedung da bu düşünsel engeli, bir itaat kültürü olarak zorbalıkla inşa etmiştir.  
Plehanov’u siyasal bakımdan tasfiye eden Lenin, onun sanat felsefesine cephe almış değildi.[1] Stalin ise Troçki’yi siyaseten yok etmesi bir yana, onun edebi görüşlerini de tasfiye etmiş[2]  ve sosyalist gerçekçilik fikrini öne sürmüştür. Sosyalizmin iktidar kavramıyla eşleştirildiği bu çağ, iktidarın her türlüsünün kötü olduğu gerçeğini gölgeleyen despotik önermelerle doludur. Ne mutlu ki bu önermelerle savaşmak –solu dinleştiren birtakım müritlerin dışında- yine Marksist yazarlara düşmüş, Frankfurt Okulu’ndan başlayarak günümüze doğru pek çok solcu yazar, sanatın özerkliği konusunda önemli görüşler ortaya koymuşlardır.
Günümüz için tek teselli kaynağı da zaten budur.
Şüphesiz Latin Amerika devrimcilerinin sosyalist gerçekçiliğe itiraz ettiğini ve oralarda toplumcu gerçekçi yapıtlar üretilmediğini unutuyor değilim. Che Guevara sosyalist gerçekçi edebiyatı derinlemesine olmasa da adını vererek eleştiren ilk siyasal devrimci sayılabilir: Ekonomi ve Sosyalist Ahlak[3]adıyla basılmış olan kitabında “20. Yüzyıl dekadansı” saydığı (anlaşılan o ki Kafka’dan Camus’ye kadar) herkesi paylar ve belli belirsiz bir dille sosyalist gerçekçiliği de bu çöküş edebiyatı içine yerleştirir. Bu eleştiriye bütünüyle katılmam zor ama yine de burada sanatçılara yön vermeye çalışmayan bir devrimci siyasetçi tavrı görüyorum.
Katolik dinini yerlilerin diniyle kaynaştıran sinkretizm ve Marksizmi köylü ayaklanmalarıyla birleştiren gerilla geleneği Latin Amerika’da bir bakış zenginliği yaratmış olmalıdır. Oradaki entelektüel geleneğin farklı olduğunu sezdiren bu geniş görüşlülük, sanata müdahele içermeyen Fidel ve Marquez dostluğunda açıkça görülür. Latinlerin siyasetçi ve sanatçı olarak aynı kişi oldukları zaman bile iki ayrı dili konuşabildiğini Mario Vargas Llosa örneğine bakan herkes fark edecektir.



IV
Siyasal devrimlerin edebi devrimle ilgisi yoktur: Onlar “devrimdeki edebiyatı” istemiş ve büyük olasılıkla kendi söyleminin propagandasını arzulamışlardır. Ne yazık ki bu da siyasal devrimlerden neden iyi edebiyat doğmadığını açıklar.
Devrim, edebiyatın kendisinden bağımsız bir yönsemesi olduğunu görürse ve özgürlükleri kışkırtırsa devrim olur. Edebiyat baskıyla yok edilemez; tersine siyaset baskıyla yok olur. Bu nedenle özgürlükçülük edebiyattan çok siyasetin işine yarar.
Siyasal gelişmelerin tarihiyle edebiyatın tarihini paralel görmek yanlıştır. Bu, Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde yazdığı aceleci çözümlemelerin indirgemeciliğine takılıp kalmak olur. Sanat bir üstyapı kurumu değildir ve yine Marx’tan esinlenerek söylemem gerekirse sanat tarih aşırıdır.
Roma’da perspektifli resim bilindiği halde neden yaygın değildir, Antik Yunan’daki tragedyaların yapısı neden günümüzdeki dramatik yapı tartışmalarına ışık tutar, Tanrı kavramı neden Rönesans’ta sanatsal temanın odağı olmaktan çıkmıştır, neden Diderot’ya kadar sahne, dördüncü duvarın olmadığı hayali bir oda gibi tasarlanamamıştır, Brecht neden klasik çağdaki oyuncular gibi seyircileri fark eden, onları “gören” bir oyunculuğa geçmiştir, Proust’un nesnelere odaklanmış çağrışımcılığı neden daha erken siyasal koşullarda belirmemiştir gibi sanatsal devrimleri gösteren sorulara yanıtlar verecek siyasal devrimler yoktur. Bu soruların karşılığı, sanat tarihinde ve tarih aşırı bir zeminden gelen düşünce tarihinde bulunabilir. Sanata basit bir yansıtma işlevi yüklemek, sanatın kusuru değil, bunu böyle düşünenlerin kusurudur.
Sanatın verili politik ortamdaki olayları içermesi mümkündür ama onun güncel politik olaylara duyarsız kalmakla suçlanması saçmadır. Çünkü günceli göstermek, çağına tanıklık etmek edebiyatçıya düşmez; sanatçı, olayları nakleden, geleceğe belge bırakan bir tarihçi değildir.
Zaten siyasal eylemleri sıcağı sıcağına yazmak, “çağına tanıklık etmek” çoğu kez iyi sonuç vermez: Devrimlerden veya savaşlardan  kalan doğru dürüst bir romanın olmayışı bunu gösterir. Sanat yapıtı zaman aşırıdır, o bir dönemin veya olayın aynası değildir, işte bu yüzdendir ki Victor Hugo’nun 1793’ü devrimden seksen yıl sonra yazılabilmiştir. Politik olaylara politik gözlemci olarak katılan yazarlık olsa olsa gazeteciliktir. Oysa yazarlık, 1812 Borodino savaşlarının insanı kavrayarak yazılmasında saklıdır: Borodino’da neler olduğu Savaş ve Barış’ın hiçbir zaman ödevi olamamıştır, Tolstoy bize asıl olarak Nataşa’nın, Pierre’in ve Andrey’in hikayesini anlatır. Oysa 1905 Devrimi’ni imleyen Ana, Kemalist Devrimi imleyen Ankara, 1917 Devrimi’ni imleyen Ve Çeliğe Su Verildi, Bulgar partizan direnişini anlatan Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum gibi roman örnekleri edebiyatın siyasaya teslim olma belgeleridir ve romanın insanı anlama ödeviyle hiçbir ilişkileri yoktur.
Biraz düşünen herkes anlar: “Devrim için edebiyat” yanlıştır. Hangi devrim için olursa olsun yanlıştır. Çünkü edebiyatın yapısı propagandanın değil, insanı anlamanın söylemiyle kurulur. Şu çok açıktır: Edebiyatlar, savaşı büyük bir başarıyla anlatmış (Savaş ve Barış, Mahşerin Dört Atlısı, Batı Cephesinde Yeni Bir şey Yok), toplumsal haksızlıklara ve çelişkilere dayalı kurmacaları (Suç ve Ceza, Bitmeyen Kavga, Gazap Üzümleri, Goriot Baba, Bulantı, Dönüşüm) eşsiz bir sağlamlık içinde kurmuştur. Fakat “devrim için edebiyat”ın yahut “devrim edebiyatı”nın iyi olduğu önermesi açık ve tartışmasız değildir. Çünkü “burjuva patronajı” ile “parti patronajı” arasındaki tek fark, efendinin farklı oluşundan gelmektedir. Sanatçı kendisine ne yapacağını söyleyen efendiye karşıdır; bilir ki konformizm yazarı söndürür. Yazar politik düşüncesini iktidara gelmiş görse bile, edebi tutumunu asla iktidarda görmez, onu iktidarın algısıyla birleştirmez. Yazar politik olanın edebi olanla bir şekilde kavgaya gireceğini bilir ve tetikte durur: Yazara daimi, sürekli ve tartışmasız edebi özerklik savunusu yapmak yaraşır.
Yenilikçi ve özgürlükçü siyasetin de edebiyatın yakasından düşmesi, çağımıza yakışan devrimci bir tavır olur. Sanatın özerkliği konusunda alınan mesafe küçümsenemez. Sanatın araçsallaşmasını engellemek en devrimci politik tutumlardan biridir. Çünkü sanat özerkliğini korursa, siyaset dahil pek çok yaşam alanı içindeki çelişkileri görünür hale getirir.
Sanatı politik araca dönüştüren yaklaşımlardan kurtulmadan (eski biçim ve biçemlerden kopma arayışı olan) edebiyat devrimciliği de yapılamaz. Hem edebiyatçı ve hem de siyasetçi edebiyat devrimciliğini savunmalıdır, aksi takdirde “özgürlükler adına özgürlüğü yok edenler tarihi”nin sonu gelmeyecektir.
Bu, yazarın siyasal bakımdan devrimci olmasına engel değildir; fakat edebi ölçü, siyaseten ne olunduğunu değil edebi açıdan ne olunduğunu gözetmeyi gerektirir. Kimsenin politik devrimciliğini kanıt göstererek sanat devrimcisi olduğunu iddia etmeye hakkı yoktur.

Dipnot (3 Aylık Sosyal Bilim Dergisi) 15-16. sayıda yayımlanmıştır.



[1]İncelenmesi için Plehanov’un Sanat ve Toplumsal Hayat’ını öneririm: Çev. Selim Mimoğlu, Sosyal Yayınlar İstanbul 1987. Bu arada Payel’den çıktığını bildiğim ama kitaplığımda bulamadığım için kaynakçada gösteremediğim Lenin’in Sanat ve Edebiyat Üzerine adlı kitabını da anımsatmalıyım.

[2]Leon Troçki’nin Edebiyat ve Devrim adlı kitabı incelenebilir. Çev. Hüsen Portakal  Kabalcı Yayınları İstanbul 1989

[3] E. Che Guevara,  Ekonomi ve Sosyalist AhlakÇev. Mehmet Atilla, Evren Yayınları, İstanbul 1977

EY ÖRTÜNMÜŞLER

$
0
0

                                          Yıldız Moran, Konya 1950'ler Bir Köy Düğünü

İktidar kadınları ve erkekleri birbirinden ayırmak için elinden geleni yapıyor. Toplumsal yaşamımıza peçe takılmak istendiğine hiç şüphe yoktur; bu durum, başörtülüler de dahil bütün kadınların sorunudur.
Bir şeyi inanarak yapmanın saçmalığını dayatan dünkü rejimde başını zorla açmak zorunda kalan kadının acısı örtünmekle bitmişse, o kadına yazıklar olsun. Eğer durum bundan ibaretse, kadının erkek yaşamının yardımcı unsuru olmasına tepki göstermeyen dilsiz şeytanların çağı başlamış demektir.
Toplumsal baskı kadın üzerinde yoğunlaştı, ahlak kadın üzerinden tanımlanır oldu ve kadın erkeğin üreme organını tamamlayan bir aparat gibi görülmeye başlandı. Bütün bunlar başörtüsü zulmünden sonraya denk geldiği halde başörtülü kadınların büyük çoğunluğu bütün entelektüel malzemeleri bir bez parçasıyla sınırlıymış gibi sustular. Başkalarının ne düşündüğünü, ne giydiğini belirlemenin acısını çekmiş olanlar, başkalarının ne düşündüğüne karışılmasından rahatsızlık duymaz oldu ve toplum benzemezlere bölünürken aldırış etmediler.
Unutmayalım ki kadın ve erkek de benzemezler olarak bölünüyor. Başörtüsü bu "benzemezliği" yakında bütün toplum için geçerli hale getirmenin aracı yapılacak ve cinsiyet ayrımcılığının simgesi olacaktır. Dünün mağduru bugün isterse kibirle evinde otursun ama yarın cinsiyetiyle suçlanacak, erkekle “fıtrat” bakımından eşit sayılmadığı bir hukuk düzeninde yaşayacaktır. İçine itildiğimiz gelecek, bu toplumun çoktan geçtiği ergenlik çağıdır; insan bunayıp çocukluğuna dönebilir ama toplumlar çocukluğuna dönerse aptallaşır: Çünkü yaşça büyük bir gövdedeki çocuk yalnızca gerizekalıdır.
Anladık, isteyen kapanır. Fakat istemediği halde kadınları kapatacağımız çağın tuzağı, kapanmış kadınları emsal göstererek kurulmaktadır. Bu yoldan, el ele tutuşarak büyüyen kızlı erkekli çocuklarımızda, karma eğitimimizde, yolculuklarımızda veya eğlencelerimizde cinsel olanı sürekli aklında tutan bir sapıklığın inşası öngörülmektedir. Böyle olunca kadının eğitim bakımından çok gerilere itileceğine kuşku yoktur. Bu, esnaf ideolojisinin üniversiteye egemen olması, şirket mantığının bilimi ele geçirmesi demektir.
Kadının başörtüsü onun eğitimsizliğinin, toplumdışılığının ve erkeğin yedeği oluşunun resmi simgesi haline gelmek üzeredir.
Bütün değişimler kadın için! Çocuklar akılları erene kadar cik cik vak vak giyinecekler, oğlanlar her türlü modern nimetten yararlanacaklar ama kadınlar mutlaka sarılıp sarmalanacaklar. Tamam da bu dindar erkekler tişörtleri, bermudaları ve gözlükleriyle neden “öteki”ne benzemekten gocunmazlar, neden hikayelerine gözyaşı döktükleri adamlar gibi giyinmeyi seçmezler de, karılarını o hikayelerdeki kadınlar gibi giydirirler? 
Bunu da mı ben sorayım, ey terleyen kişiler, ey örtünmüşler? 

İSTEMEM, EKSİK OLSUN

$
0
0



Kayseri, 1900




Floransa’da Dante’nin evine gitmiştim, yedi yüz yaşında bir evdi. Kimsesiz bir yapıyı andırsa da ziyaretçisi çoktu. Fakat yine de Goethe’nin evi Dante’nin eviyle kıyaslandığında gösterişli, hareketli ve hali keyfi yerinde bir müze sayılırdı: Frankfurt’taki bu evin bir köşesi kitapçı olmuştu, poster de dahil her türlü Goethe ürünü satılıyordu. Ev nereden baksanız üç yüz yaşındaydı.
Doğrusu Eiffel’e yakın bir yerlerde, Passy’de olsa da bu iki eve göre pek gösterişsiz kalan Balzac’ın evindeki ıssızlık yürek burkucuydu. Ne var ki Paris iki yüz elli yıla tanıklık eden bu eve hürmet göstermişti, “Neye yarar boş ev” dememiş, hiçbir apartmanın o binanın ufkunu kapatmasına izin vermemişti.
Yazarlıkta umduğunu bulamamış, öldükten sonra kıymete binmiş Joyce ve Kafka’nın evlerinden ve şehirlerinden söz etmeye gerek yok: Onların evi edebiyatın çekimine kapılanların anlasa da anlamasa da hac yeridir. Unutmayalım ki böylesi ziyaretler korunmuş şehirlerde gerçekleşir; yazarın mülkü olmasa bile bir ara oturduğu evin önüne plaket çakmak için, öncelikle o şehrin yıkılmamış olması gerekir. Oysa benim ülkemde –İstanbul’da da- ne ev ne de şehir yerinde durur. Ben doğduğu şehirler tanınmaz hale gelen bir ülkenin yazarı olduğumu bilerek konuşurum. “Evime dokunmasınlar” diyerek gözyaşı dökecek halim yok, çünkü doğduğum hastane, büyüdüğüm ev, içinde dolaştığım sokak, gittiğim okullar, kısaca şehrim çoktan evreni terk etmiştir.
Bir yazarın gelecekte de yaşayabilmesinin mekan bilgisiyle yan yana durduğu varsayımını uzun zamandır düşünüyorum. Ülkemizin “mekanı tahrip etme hızının” yazarları köksüz bitkiler gibi boşlukta bırakacağından endişe ederek ayağımı sıkıca toprağa bastığım ve bu nedenle Kapadokya’yı öne çıkaran romanlar yazdığım söylense hiç itirazım olmaz.
Bir şehir ya savaşlar-isyanlar ya da deprem-yangın gibi afetler yüzünden yeni baştan imar edilir. Oysa benim yaşadığım şehirde bunlar olmadı; ülkemizin değişmez ve tek “inşaat partisi”nin çıkarına uygun olarak benim yaşadığım şehrin bütün eski mahalleleri yıkıldı, birkaç Selçuklu ve Osmanlı yapısı dışında yakın tarihe ait hiçbir yapıt bırakılmadı. Mahalleler, kiliseler ve hatta camiler ortadan kalktı. Söylediğim zaman gözlerimi yaşartan bir cümleyle yeniden ifade edersem, “Doğduğum şehrin sokakları zihnimde yaşıyor ama onlar gerçekte yoklar.” Mahalleleri, çıkmaz sokakları ve tepeleriyle o güzelim mimari doku hayal oldu gitti. Şimdi Kayseri’de tanıdık görünen şey yalnızca dağlardır; onlar da olmasa, bu şehirde büyüdüğüme başta benim inanasım olmaz.
Cabrera Infante “mimarinin donmuş müzik olduğu” aforizmasına katkıda bulunarak “O halde müzik de eriyen mimaridir” demişti. Bu analojiden söz edip de “Ya bizim ülkemizdeki mimariyle müziğin ilişkisi nedir?” demeden geçmeyelim. Kanımca ülkemizdeki çağdaş mimari “eriyen müzik” gibi yumuşak benzetmelerle tanımlanamaz, o ses olsa olsa demir çubuklarla parçalanan, insafsızca kırılıp dökülen müzik aletlerinin sesidir. Türkiye’de mimarlığı tanımlayacak müzik sesi arayanlar iş makinalarının homurtusundan, vinçlerin gıcırtısından ve yeşil alan katleden hızarların sesinden yükselen kakofoniye baksınlar.
Bu ülkedeki mimari patronaj itham edici ve suçlayıcıdır, geçmişten nefret eder: “Eski olan her şeyi yok edin!” diyen apartmanların generali, gecekonduların ve ormanların silahsız çocuklarına saldırıp daimi ve kesin zaferler kazanır. Bu ülkede büyüyen ve genleşen tek müzik sesi, yok edilen ormanların ve göllerin çığlık çığlığa haykırışıdır; hiçbir eski şey yerinde kalamamış, toplum histeri halinde yüksek binaları dolduran yeni bir canlı türüne dönüşmüştür.
Rant generallerine teslim olmuşuz, bu anlaşılıyor. Bu demde artık “Doğduğum şehir yok oldu” demeyen bir nesle aşina değiliz. İnsanlarımız doğup büyüdükleri şehrin zihinlerinde kalan şehirle eşleşmediğini ürpererek hissediyor. Her insan doğduğu yere yabancılaşmıştır, üstelik yaşadığı yerde de sürekli yıkım olduğundan kendi habitatına da alışamaz hale düşmüştür.
Geçmişin yapıtları yoktur artık, geçmişin özlenişi vardır. Bizim ülkemizde şehirler için yapılan şey “hayali bir geçmişin yeniden inşa edilmesi için geçmişi yıkmak”tan ibarettir.
Paris’in göbeğinde Jardin du Tuliers, kocaman bir parktır. Bu parkı yirmi dakikalık sıkı bir yürüyüşle geçtikten sonra Concord Meydanı’nın bitişiğinde bir parka daha girilir. Bu park Champs Elysee’ye doğru devasa kaldırımlarla birlikte ilerler. Oralara kimsenin aklına yüksek bir otel yapmak gelmemiştir, kimse o parklara bir AVM yapmaz, 1850’de neyse o haldedir. Aynı şey savaş yıkımı yaşamış Frankfurt gibi bir “finans şehri” için de geçerlidir. Röemer bölgesi titizlikle korunur. Berlin, Roma, Floransa veya Madrid; nereye giderseniz gidin o şehirlerde geçmiş yeniye kurban edilmemiştir.
Oysa benim anne kucağında durduğum ilk yer, koşup oyun oynadığım, düşüp dizimi yaraladığım, okullarına gittiğim, düğünlerini gördüğüm, mevlitlerini dinlediğim, bayramlarını bildiğim o şehir bütün geçmişini satır satır silmiştir. Peki ama neden? Buna neden gerek duyulmuştur?
Osmanlı’nın çöküşüyle yeni bir anlam ve içerik verilen “fetih” sözcüğü bu yıkımın anahtarıdır. 1915’te katledilen Ermenilerin mallarını, evlerini ve toprağını yağmalayacak, kilise bırakmayacaksın. İz bile kalmayacak. 1924’te müdabelede giden veya savaştan kaçan Rumların mallarını yağmalayacaksın, kilise bırakmayacaksın. İz bile kalmayacak. Hızını alamayıp bunu Dersim’de Zazalara, Maraş’ta Çorum’da Türk alevilerine kadar vardıracaksın. Taksim’i, Çamlıca Tepesi’ni, Boğaz’daki ormanları, Atatürk Orman Çiftliği’ni hep ve yeniden fethedeceksin. Bir yandan çapul ve yağmadan pay alacak, bir yandan da hayatı savunanlara çapulcu diyecek, alıştığın haram lokma düzeninin kolaylıklarını yücelteceksin.
İşte bütün şehirlerimizin insana kendi evinde yabancılık çektiren yıkımlarının nedeni budur.
Bir de o şehri yıkanlar oturup “geçmiş şöyle güzeldi, o zamanlar şöyle iyiydi” diyerek ağıtlar yakmıyor mu, insan onların yerine utanıyor. Ya ne yaptıklarını bilmiyorlar ya da bildikleri halde yapmıyorlar.
Kayseri’ye güzellemeler yazmaktan yoruldum. Orayı gönül rahatlığıyla herkesten fazla sevdiğimi söyleyebilirim, çünkü her bir taşı için çok uğraştım, üstelik hiçbir şeyi kurtaramadım. Ağlamak bana, eğlenmek başkalarına düştü.
İstemem, eksik olsun. Hem ne kaldı ki anlatacak: Bugünler tarih oluncaya kadar anlatılmasın artık o şehir.

İstanbul Art News, Eylül 2014 No 1

EDEBİYATÇIYA PARA YARDIMI OLMAZ

$
0
0

                                         

Metin Celal’in, 10 Eylül’de Cumhuriyet’teki yazısını gördüm ve yazarın kısaltmalarından anlaşıldığı kadarıyla önemli bir devlet para bağış kurulundaki seçicilerden biri olduğunu anladım.
Doğrusu Metin Celal’in yazarlara devlet yardımını savunan ifadelerini içime sindiremedim. Bunun sol kültürle hiçbir ilgisi yoktur. Yazarın "Aziz Nesin de para aldı" diyerek onu referans göstermesi yanıltıcı görünüyor çünkü dernek veya sendika olarak yardım almakla bireysel düzeyde devlet yardımını kabul etmek tamamen farklıdır.
Devlet ille de yardım edecekse, yaşlılığında zora düşmüş yazarı gözetsin yahut belli ölçülere göre kitabı basılmış yazara yeşil pasaport desteği versin, yazar evi kursun ama para vermesin.
Yazarlar, devletten destek almayı reddetmelidir. Bu dünyanın en demokratik devleti hangisiyse orada bile düşünülmemesi gereken bir şeydir.
On beş yıl önce İsviçre’de yazarlara kanton kasasından para verildiğini şöyle öğrenmiştim: Türk mültecilerden biri orada yazar olduğu için Türkiye’de barınamadığını, siyasal olarak kovulduğunu kanıtlamak için Türkiye’de fason bir yayınevine beş para etmeyecek bir şiir kitabı bastırır; bunun karşılığında dudak uçuklatan bir para, sanırım kırk bin İsviçre Frangı kadar bir destek alır. Her şeyde ileri olduğu ve Türkler kadar katakulli bilmediği halde İsviçre’de edebiyatın niye nal topladığını o zaman çok iyi anlamıştım.
1934’te Sovyetler Birliği’ndeki devlet desteğini (Sovyet Yazarlar Birliği'nin yazarlık için koyduğu ölçüleri) anımsayalım, sanatın ölümünün ilanıyla eş zamanlıydı: Muhteşem Rus romanı o gün ölmüştü.
Halide Edip’le barışmak için -iyi ki- bir kez verilen ve bir daha sözü bile edilmeyen CHP Roman Ödülü’nü anımsayalım; devletle başı derde girmiş yazarın, devletle para ilişkisine girmiş yazardan farksız olduğu hep aklımızda dursun: Örtülü ödenekten beslenmiş ahlaksız kumarbazları unutmayalım, üstelik ahlâk abidesi olarak hâlâ başımızda tutuldukları, ders olarak okutuldukları aklımızdan hiç çıkmasın.
Aziz Nesin TYS için destek almıştı, dernekler, sendikalar, sinemacılar para alsın, fakat edebiyat özgürlüktür, bunu para ilişkisiyle eşitlemek yakışık almaz. Yazar herhangi bir kitabını paraya tahvil etmez. Yazarı devletten “yardım” adı altında para almaya alıştırmayalım; yarın hangi despotun bunun karşılığında ne isteyeceğini kimse bilemez.
Kimin ne yazacağı para keselerinin insafının dışında kalmalıdır; para kesesine uzaklıkla yazar özgürlüğü arasındaki ilişkiye işaret eden Marx, kulağımızda küpe olarak dursun. Büyük Birader her yere el atarken bundan hiç gocunmayan, piyasa ilişkilerine “gönül bağıyla” tutunan solculuğa evet denemez: Bunun zamanı gelsin artık.
12 Eylül'den otuz dört yıl sonra artık gelsin. 
12 Eylül'ün yeni sahiplerinin "yazarlara para dağıtıcısı" olmak hiç de savunulucak bir makam değildir, Metin Celal kimlerin ismini sakladığını açıklayacağına bunu açıklasın.

Fethi Naci'den Sonra Tufan

$
0
0




Fethi Naci’nin “Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme” adlı kitabında 1980 yılına kadar olan roman dünyasına genel olarak bakılır. Naci’nin beğenisine etki eden politik ölçü açıkça görülse de onun açık seçik bir edebi ölçüsü olmadığı özellikle hissedilir. Fethi Naci ölçüsünü “beğeni” ile sınırlamıştır, yazara toplumsal olayları kavrama ödevi vermesi Lukacs’ı anımsatır: Devrimci davayı övenlere kötü de yazsalar sempati duyduğu açıktır. Fethi Naci, edebiyatın siyasetten kavranmasının son solcu eleştirmenidir. Ondan sonra siyasal odaklı eleştiri yer değiştirmiş, onun gittiği yol “islami duyarlılıklar” ekseninde revize edilerek sağcılar tarafından kullanılır olmuştur.
“Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme” adlı kitapta Fethi Naci’nin en beğendiği yirmi Türk romanı, onun nedeni anlaşılmaz yargılarının niteliğini göstermesi bakımından bir hayli ilginçtir: Üç İstanbul, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Sultan Hamid Düşerken, Küçük Ağa, Sahnenin Dışındakiler gibi muhafazakar yazarların romanlarının yanı sıra Esir Şehrin İnsanları, Bir Gün Tek Başına gibi “sol bakışlı mücadele” romanlarının seçilmesi edebi ölçülerden çok politik dengelerin hesap edildiğini akla getirecek cinstendir.[1]Bu listede Cehennem Kraliçesi neden vardır artık orasını Fethi Naci bilir; fakat bu romanlar listede varsa aşağıda sayacağım (Seksen öncesinde yazılmışlık hesabıyla) romanlar niye orada yoktur, bunu kimse bilemez: Anayurt Oteli (Y.Atılgan), İnce Memed (Y.Kemal), Ateş Gecesi (R.N.Güntekin), Sinekli Bakkal (H. Edip Adıvar), Kiralık Konak (Y.K.Karaosmanoğlu), Sokaktaki Adam (Attila İlhan), Cevdet Bey ve Oğulları (Orhan Pamuk) Kurtlar Sofrası (Attila İlhan), Çalıkuşu (R.N.Güntekin), Odalarda (Erdal Öz), Aylaklar (M.C.Anday), Raziye (M.C.Anday), Tehlikeli Oyunlar (Oğuz Atay), Yenişehirde Bir Öğle Vakti (Sevgi Soysal), Bir Düğün Gecesi (Adalet Ağaoğlu), Ateşten Gömlek (H.Edip Adıvar) Yaban (Y.K.Karaosmanoğlu), Asılacak Kadın (Pınar Kür) , Gecede (Leyla Erbil), Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı (Bilge Karasu) Çamlıca’daki Eniştemiz (A.Şinasi Hisar), Karılar Koğuşu (Kemal Tahir).
Fethi Naci’nin listesi karavana atıştır ve 1980 yılına kadarki romanın karakteristiğini görmeye engeldir.
Bu karakteristiğe şöyle bir bakarsak, ellili yılların ortasında yazılan İnce Memed’e gelinceye kadar, tarihimizin ilk büyük romanı olan Aşk-ı Memnu’dan başlayarak Kiralık Konak, Sinekli Bakkal, Ateş Gecesi, Miskinler Tekkesi, Sokaktaki Adam ve Karılar Koğuşu gibi birkaç roman dışında edebi ölçülerle yazılmış, politik-dinsel angajman sınırlarına girmeyen roman sayısı çok azdır. Saydığım yazarların (Y.Kadri, H.Edip, R.N.Güntekin A.İlhan ve Kemal Tahir’in) bu kitapları dışında bağlanma edebiyatına dahil edilebilecek kötü romanları olduğunu da unutmayalım. Çünkü yeni bin yılın başlangıcına kadar -bağımsız birkaç örnek dışında- ülkemiz edebiyatı bu temsil ilişkisi içinde var olmuştur.
1960’larda yıllar boyu baskılar ve yasaklarla bunaltılan sosyalist düşünce adeta patlayarak entelektüel iktidarı eline aldı. Doğrusu hak ve özgürlükler yönünden olumlu gelişmeler içeren bu dönemde, “bağlanma edebiyatı”ndan daha önde ve ağırlıklı bir biçimde yeniliklerle dolu bir edebiyat ortaya çıkmıştı. Özellikle İkinci yeni’nin etkisiyle altmışlardan başlayıp yetmişlerin sonuna kadar uzanan bu yenilikçi edebiyata öncülük eden yazarlar, Ferit Edgü, Onat Kutlar, Yusuf Atılgan, Erdal Öz, Füruzan, Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Nezihe Meriç ve Oğuz Atay’dı. Bu devrim siyasal değil, bütünüyle edebi içerikle ilgili bir zihin devrimiydi: Edebiyatta anlatıcı odağı değişmiş, o güne kadar kahramanın duruşunu her şeyiyle bilen; toplum, din, erkekler, millet ve bilmem ne hakkında sayısız aforizmalar öne süren anlatıcı tavrı ortadan kırılmıştı. Aslında yaşanan şey Peyami Safa ve A.H.Tanpınar roman dilinin sonuydu ya, sağcılar bunu fark edecek halde değildiler. Bazı solcular da topluma ayna tutmak ve eleştirmek işinin sanatın görevi olmadığını anlayacak olgunluğa ulaşamadıkları için köycü ve savaşçı bir romanın arkasından koşmaya devam ediyordu şüphesiz.
Bu durum eleştirinin sanatın gerisinde kaldığı ve bir daha onu yakalayamadığı kritik çağı gösterir: Türkiye’de edebiyat eleştirisi Stendhal’den beri söylenegelen “toplumun aynası olmak”, “çağının tanığı olmak” gibi argümanlara ek olarak, Çernişevski’nin “Eleştirel Gerçekçilik”i, “Jdanov’un “Sosyalist Gerçekçilik”i eşliğinde Lukacs’ın despotça dayatılmasından ibaretti. Üstelik bu konuda fikirler açık olmadığı için Sartre ve Marcuse sonrasında Avrupa’da yürüyen “sanatın özerkliği” tartışmaları hakkında hiç konuşulamıyor, yazarlara toplumu yansıtma bilgisi dışında bakılamıyordu.
Bu eleştirisizlik hali edebiyattaki devrimi görünmez hale getirdi, yenilikçi yazarlar fark edilmeyişin acısıyla kıvranırken 1980’e kadar solcu romancıların bazıları Jdanov’dan devraldıkları sosyalist gerçekçiliğin kamburuyla vasat romanlar yazıyor, sağcı romancı da İttihat ve Terakki’den miras kalan millet ve din ödeviyle ağır narkozlu yaşamını sürdürüyordu.
Yetmişli yıllarda iç savaşa doğru giden gerilimler nedeniyle irrasyonel bir ölüm düşkünlüğü ve devrim şehitleri övgüsü, solcuların edebiyatını adeta komaya soktu. Devrim yapmış ülkelerdeki biyografilerin roman olarak okunup yüceltildiği bu dönemde, propaganda niteliğindeki her türlü çer çöp, popüler edebiyat ürünü oldu. Bu hal, günümüzde içinde İslami ton bulunan her türlü çer çöpün yaygın olarak okunmasını akla getirecek kadar kapsamlı bir modaydı.

1980 SONRASI

Bu dönem dört yazarla açılmıştır: Orhan Pamuk, Latife Tekin, Mehmet Eroğlu ve Ahmet Altan. Şüphesiz bu yılların edebiyatında Adalet Ağaoğlu, Leyla Erbil ve Pınar Kür hız kesmiş değildi fakat yeni bir şeyin geldiği 1980’lerin başında Latife Tekin ve Orhan Pamuk’un yazdıklarından belli olmuştu: Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünde bambaşka bir toplumsal gerçeklik, dil ve yazar konumu ortaya çıktı. Orhan Pamuk’un yazdığı Kara Kitap da Sevgili Arsız Ölüm’den sonraki büyük bombaydı: Bu romanla romancı tahayyülünün sınırları değişmiş, zamanı algılayışına yeni bir halka eklenmişti. O sıralarda Oğuz Atay, 1977 yılında öldüğü halde, -yani roman yazmasa bile- yeni romanın sınır çizgilerini belirliyor, seksenlerin debdebeli yazarları kadar önde görünüyordu.
Bu gelişmeler karşısında “eski kafa”nın başkaldırısı da gecikmedi: Yalçın Küçük’ün Stalinist bir refleksle küfür romanları olarak yargıladığı dönemin yazarları, Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimlerin yıkılmasından edebiyat sorumluymuş itilip kakıldı ve edebiyat politika için heba edilmek istendi.
Bir bakıma edildi de: Çünkü doksanlı yılların başında Kürt mücadelesinin yükselişi, devletin Kürt köylerini mahvetmesi ve iletişim ağının devlet propagandası şeklinde düzenlenmesi, her alanda keskin bir politik şiddet yaşanmasına yol açtı. Milliyetçiliklerin ve İslamcılığın giderek ağırlık kazandığı, Sivas’ta olduğu gibi provokatif öldürme eylemlerinin havayı bulandırdığı, kadınların giyimine kuşamına karışıldığı akıldışı bir karanlık çağ başladı. Bu çağın etkileri hemen ortaya çıkmadı, edebiyattan başka her şeye benzeyen ürünlerin raflara çıkması 2000 yılı sonrasını bekledi.
Yani 1980 ve 2000 arasındaki dönem geleneksel solun entelektüel olarak iktidarını adım adım yitirdiği ama başka hiç kimsenin de iktidarda olamadığı bir ara dönemdi. Bu çağa romantik tepkime çağı diyebiliriz: Çünkü bu çağda önceden örneği görülmemiş bir tarihi roman çığırı başladı. Örneği görülmemişti, çünkü edebiyatın edebiyat olarak gerekliliğini kavramış yazarlar tarihi roman yazıyordu. “Milli reflekslerle” yazılmış romanlarla kıyaslandığında eşi benzeri olmayan bu yeni yol, kısa sürede popüler roman yazarları tarafından işgal edildi. Hatta dönemin öncüleri arasında yer alan Elif Şafak zamanla kendini fesh ederek popüler yazıcılığın başını çekti: Yani bu alanın bazı öncüleri bile onu taşıyamadı. Çünkü öyle yazarak her yazdığı beklenen yazar olmak zordu. Orhan Pamuk ve Ahmet Altan bunun sırrını anladılar: Yazarın yazmaktan fazla emek harcayacağı şey, yazdığını duyurmaktı. Bu edebiyat dışı yol, eminim bazı yazarları edebiyattan fazla etkiledi. Böylece Orhan Pamuk ve Ahmet Altan, tirajı ve reklam panosunu yaşamımıza sokan ilk iki yazar olmak talihsizliğine düştüler.[2]
Böylece –eminim ki Pamuk ve Altan’ın hesap edemediği bir şey oldu ve- edebi ürünün değil, bir meta olarak “edebi malın” yatırım değeri arttı. Yayınevleri ve pazarlama birimleri, giderek yazarın ne yazdığından çok onun magazinsel kişiliğine yönelmeye, yazarın ne yazdığına bakmadan onu ünlü etmeye dayalı bir strateji geliştirdi. Edebi açıdan değeri olsun olmasın yazarlar bir reklam yıldızı gibi bilboardlarda, kitapçı önlerindeki maketlerde, afişlerde göründü. Eleştiri de bu dönemde tamamen yok olarak kitap tanıtım yazıları yazmaya dönüştü. Hatta yayınevlerinin reklam gücüne bağlı olarak -eleştiri değil- tanıtım yazısı siparişlerinin verildiği bir dünyayı böylece ilk kez görmüş olduk.
Büyük kitap marketleri açıldı: Peynir veya süt için kullanılan “raf ömrü” kavramı, kitaplar için de kullanılır oldu. Çünkü artık yazardan bol bir şey yoktu: 2000’li yılların başında, yılda yirmi otuz roman yazılan bu ülkede artık üç yüz dört yüz roman yazılmaya başlandığı için “piyasanın” böylesine canlı oluşu yatırımcıların gözünden kaçmadı. Kitap süpermarketleri açma ve “küçük esnafı bitirme” dramı bu alanda da yaşandı. İşin kötüsü nitelikten çok niceliğe dayalı bu satış merkezlerinde edebiyat yerine “çoksatar” olanlar raflarda yer buldu, kitap –elbette bir mal olduğu için- yüceltilirken edebiyat marjinalleşti.
Bu gelişmeler “kötü paranın iyi parayı kovması”na benzemişti: Bu analoji “kötü edebiyatın iyi edebiyatı kovması”yla iyiden iyiye doğrulandı. Edebi alan niteliksiz yazı tarafından işgale uğradı, tarih romanı yazarlığı harcıalem bir tarihçiliğe dönüştü. Yazarlar siyasal konumlarına göre bölündüler ve edebiyatı politik veya ideolojik kampları için yağmaladılar: İskender Pala, Sinan Yağmur gibi kişiler edebiyatı ideoloji için kurban eden sağcı buzdağının görünen yüzündeki isimlerdi. Ulusalcı cephede “roman” denmesi gerekmeyen hikayelere “roman” demek zaten gelenekseldi: İlhan Selçuk Yüzbaşı Selahaddin’in Romanı adlı kitabıyla bu geleneği başlatmıştı ve Turgut Özakman da  Şu Çılgın Türkler adlı tarih anlatısına roman adını vererek şahı, şahbaz hale getirmişti.
Bu durum eleştiriyi de kıyılara sürdü: Kitap tanıtımı fikrini aşmayan eleştiriye ilk kez 2000’lerden itibaren tanık olduk. Çünkü sözün iktidarını elinde tutanlarla piyasa güçleri ilk kez bu kadar iç içe geçmişti:  Yayınevleri, yayımladıkları kitaplar hakkında çıkan olumsuz eleştirilere kızıyor, o dergiye veya yayın grubuna reklam vermeme tehditleri yolluyordu. Böylece edebiyatta “dönemi görmemek” ve “dönemi görmezden gelmek” gibi, eleştiri açısından çok ağır sonuçları olan bir evreye girilmiş oldu.
Yanlış da olsa listeler hazırlayan, “zarımı atıyorum” diyerek meydan okuyan eleştirmen tavrından “soruşturma”lar hazırlayarak listelerin varsa kabahatini, yoksa mutluluğunu kendi hesabına yazan “sorumsuz” eleştiri çağına geçildi. Piyasanın civalı zarlarının farkında olan bu eleştiri, şüphesiz ki meydan okuyarak güç duruma düşmektense, güç elde ederek meydanda kalmak tavrını seçmiş oldu. Ne yazık ki insanlara “10 büyük roman”, “50 unutulmaz yazar”, “100 Temel eser” anketi yaptırıp onların yanıtlarıyla listeler hazırlamanın sorumluluğu, eleştiriden kaçınarak “sistemi yeniden üretmek” açısından düşünüldüğünde zaten fazlasıyla ağırdır. Bu eleştiri popüler romanı ve romancılığı eleştiremez, popüler edebiyat ikonlarıyla baş edemez. Edebiyatın yenilik treni o eleştirinin bakış açısından çoktan çıkmıştır: Benim anladığım o ki, bu eleştiri anlayışının listeler ve soruşturmalar dışında bir “kritik” olanağı kalmamıştır, çünkü durum onlar açısından pek kritiktir.
Fethi Naci’nin, öznel çıkışlarıyla pek çok yazarı üzdüğü bilinir. Fakat onu bugün hürmetle anımsamamızın nedeni en azından yaptığı listelerle birlikte itiraz edilebilecek bir düşünce ortaya koymasıydı. Bugünkü listeler, partilerin yönetim organlarının seçimindeki çarşaf listelere benziyor: İktidarın önceden belirlediği bu listelerdeki isimler ve onların yapıtları hakkında tartışmak, “çiziği yemek” için yeterli neden oluşturuyor ve bu nedenle o iklimde eleştiri artık pek de mümkün görünmüyor.

14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi Şubat/Mart 2014 Sayı 1



[1]Kitabın 99. maddesinde yer alan listedekilerin tamamı şunlar:  Aşk-ı Memnu (H.Z.Uşaklıgil) Kuyucaklı Yusuf (S.Ali), Üç İstanbul (M.C.Kuntay) Miskinler Tekkesi (R.N.Güntekin) Huzur (A.H.Tanpınar) Bereketli Topraklar Üzerinde (O.Kemal) Esir Şehrin İnsanları (K.Tahir) Sultan Hamid Düşerken (N.S.Örik) Tutunamayanlar (Oğuz Atay) Aylak Adam (Y.Atılgan) Ortadirek (Y.Kemal) Saatleri Ayarlama Enstitüsü (A.H.Tanpınar) Küçük Ağa (T.Buğra) Sahnenin Dışındakiler (A.H.Tanpınar) Bir Gün Tek Başına (V.Türkali) Şafak (S.Soysal) Yalnızlar (Erhan Bener) O (F.Edgü) Bir Düğün Gecesi (A.Ağaoğlu) Cehennem Kraliçesi (S.İleri) 
[2]İslami cenahın panolara yansımış ilk reklam yıldızı İskender Pala’ydı; onunki reklamın yarattığı edebiyat yanılsamasının başlangıcı olarak özel bir inceleme konusu olabilir. Bu yanılsamanın zirvesi Serdar Özkan adlı bir kişinin reklam gazıyla “uluslararası bestseller” olarak ilan edilişi oldu: Kayıp Gül yazarı meğer Türklerin Küçük Prens’ini yazmışmış! Doğrusu edebiyat edebiyat olalı böyle bir palavracılık görmemişti.



DEVLET YAZARA PARA VEREMEZ

$
0
0

                      Nikolay Gogol (1809-1852)


Yazar birilerinden para alırsa bu ulufe olur, yazar el etek öpmeyi öğrenir, dikkati keskinleştiren kendi başınalığı, ahlakı yücelten borçsuzluğu unutur.
Yazar yoksul olmak zorunda değildir ama patronaja dikkat etmek zorundadır.
Metin Celal konumunu savunmayı sürdürüyor ve TEDA projesinden destek alanları “Siz de suça ortaksınız” diyerek pıstırmak istiyor. Öyle anlaşılıyor ki, Metin Celal “Günahı olmayan ilk taşı atsın” diyerek meydan okuyor. Halbuki bu, “ortada bir yanlış varsa bu yanlış onu yapan kişiler çoğaldıkça bağışlanmak zorundadır” demekle aynıdır. Dün “Aziz Nesin de para aldı” diyen Metin Celal onun kurumsal kimlik için (TYS) para istediğini görmezden gelerek, ömrü boyunca doğruluk ve adalet peşinde koşmuş olan o yazarı küçülttü, sonra da bu TEDA konusunu ortaya attı. Halbuki TEDA, yazarı doğrudan ilgilendirmez, çevirmene ve yayıncıya destek vererek edebiyatı yurtdışına yayma ve ülkeyi tanıtma için ayrılmış bir fondur; “şu adama para verelim ama örtülü verelim” ulufesi değildir. Yazara devlet desteği denen şey, halkın parasını kapalı kapılar ardında “seçilmiş” kişilere vermektir. Bu yasalara uygun olabilir ama ahlaka aykırıdır, suç olmayabilir ama doğru değildir.
Yazarlığı “devlet desteği” kavramıyla ithalat ihracat sektöründen öğrenilmiş kavramlarla kirletmeye gerek yok. Bırakın bunu bütün kirlilikleriyle sağcılar yapsın, solcular da o paradan mahrum kalsın. Devletin solcu yazarlara da para verilmesini sağlayan şefkatli ellere sahip solcu seçicileri olmasın. Çünkü bu büyük patronajın küçük hilesidir: “Biz herkese para veriyoruz” denecek ama “Niye para veriliyor ki?” denemeyecektir.
Bu, yazarı kasabın kedisi konumuna indirgemektir.
Bu, yazara aşağılıksın demektir.
Halbuki yazarlar yokluğun kuyusundan su çekenlerdir, olmayan nehirlerde yüzer, kimsesiz bir dünyada kalabalıklara karışırlar.
Onlar bağımsız vicdan, eğilmemiş baş, kırılmamış onur olarak yaşamalıdırlar.
Böyle yapmayanları sanatın belleği, yokluk içinde yaşayıp ölmüş, umur bulduğunda da buna çok geç ulaşmış dünya yazarlarının vicdanıyla yüzyüze getirmeye devam edecektir.
Wansee’nin kıyısında yoksulluk yüzünden hastalanan ve “lütfen beni öldür” diyerek yalvaran kızkardeşine o yokluk içinde kıvranarak bakmaya çalışan, kadın öldükten sonra da kendine kıyan Erich von Kleist, devlet yardımı olmadan yazamayan bugünün başkanlık sarayı kapıkullarına ibret olsun.
Dostoyevski’nin, sürgünlerde kırılan sevincini, kumarbazlığını ve hatta kişisel ahlaktan yana zayıflıklarını bizdeki gibi kindar şairlerin devletten aldıkları para desteğine çevirme lüksü yoktu; bu da devlet yazara destek çıkmasın mıdiyenlere tokat olsun.
Ömrü yokluklar içinde geçen ve canına kıyan Gogol, kimsesizliğiyle büyük Fuzuli, yazmaktan başka zenginliği olmayan Orhan Kemal, varını yoğunu çocuklara adayan Aziz Nesin aklı başında olan herkes için yeterli bir özgürlük karinesidir. Bu nedenle, devlet yardımı meselesini can sıkıcı bir biçimde savunan solcular, bir gün utanacaktır; edep ve insaf gereği olarak insan neye sırtını dayadığına dönüp bir bakar çünkü.
Mesele kimin kime para verdiği değildir: Yazara örtülü veya açık olarak para verilmesine karşı çıkmayı yazarlığın varoluş ilkesi olarak benimsemek ya da benimsememektir. Yazarla beleşçiyi ayıran şey budur. İğrenç Osmanlı geleneğini de mi anımsamıyor kimse, bütün muhalifler Abdülhamit tarafından beslendi, en köklü muhalifler bile büyük paralar aldı: Birileri “hem muhalif olurum hem de paramı alırım” diyebilir ama bu sanatın Sait Halim Paşası olmaya niyet etmekle birdir.
Piyasanın edebiyatı kontrol etme biçimleriyle nasıl mücadele edeceğimizi düşünürken, büyük biraderin yazarlara patronluk etme girişimine destek çıkan solcuları görmek, Brutus’un hançerini parlarken görmekle aynı şey oluyor.

Çocuğa Başörtüsü Olmaz

$
0
0


İnsanlar iyi insanları başka dinden olduğu gerekçesiyle sevmez de kötü insanları dindaşlık nedeniyle benimserse, hemen aynaya bakmalı ve tanımalı kendini: İyinin safında olmayan birine aittir o yüz.

İşte o yüzün sahibi bugünkü zulmünü çocuklara başörtüsü takmak olarak seçmiştir ve öyle anlaşılıyor ki çocuğun bir cinsiyet içine doğmaktan başka bir şey olmayan masumiyetini reddetmiştir. Çocukta cinsel sorumluluk bulmak olağan bir şey değildir. Böyle bir hal takıntılı ruh halinden sapıklığa kadar uzayan bir dizi anormalliğin işaretidir. Çocukları potansiyel kadın, erkekleri potansiyel sapık olan bir toplum yaratmaya çalışmak işte budur. Edep ya hu diye tam da burada denir işte: İnsan kendini doğuran anayı anımsar da utanır çünkü, çevredeki bütün insanlarda cinsellik görmek ne büyük ayıptır!
Aklı ermemiş, kendini bir varlık olarak bulmamış çocukları kendi cinsiyetinden utandırmak yetişkin tavrı olamaz, bu olsa olsa ham bir kafanın düşüncesidir. İrade insana aitse, insanın kendi iradesiyle örtüneceği çağa varacağından korkmamak gerekir. Örtünmeyenlerden sorumlu olan bir toplum yaratmak, kişi vicdanını kamuya teslim etmektir; buna en basitinden faşizm denmektedir. Dinine bu kadar güvenen insanların, çocukların bir gün büyüyüp kendi vicdanıyla ahlaki edimlerini seçeceğini düşünmeleri gerekir.
Öyle olmuyor, insanlar başka insanları kendilerine benzetmek istedikçe cennet yaratacaklarını sanıyorlar: Oysa tam bu noktada cehennem başkalarıdır, bunu görmüyorlar.
Başkalarını bir fikre zorlayanlar, bir zamanlar kendilerinin bir şeye zorlandıklarını ne de çabuk unutuyorlar! Sıra bizde diyenler, eğer zalimlik sırasına girerse orada adalet terazisi kırılmış demektir. Mazlumlardan zalim yaratan bir akımdan hiçbir şekilde alimçıkmaz.
İslamcılık çoğunluğa geçtikten sonra Naziler gibi düşünsellik yönünden azınlığa düştü. Entelektüeli olmayan bir harekettir bu: Tükenmek diye buna denir.

Yeni Roman Yeni Yayınevi

$
0
0
Yine Doğdu Tanyıldızı, uzun bir hazırlık evresinin sonucu olarak, bu yaz son noktasını koyduğum bir roman oldu. Bu romanın öyküsünü kurmak için çabaladığım kadar, dilini kurmak için de çok çabaladığımı söylemeliyim.
Kurmacanın tarihi üzerine düşündüğüm derslerimden birinde anlatıcıyla yazarı ayırmaya karar verdim. Çünkü Rönesans'a kadar yazanla anlatanın ayrı olduğu zaten çok belirgindi. Zaman içinde yazarlar anlatıcının ve yazanın birleştiği kişi oldular. Ben bunları ayıracak ve yeniden birleştirdiğimde yazanın ve anlatanın farkına vardığımız bir düzlem yaratacaktım. Benim için bir öyküyü anlatabilmekten çok daha derin bir dalıştı bu.
İkinci dalış katmanı görsel yazı dediğim kavramın keşfiydi. Bu kavramı da düşündüğüm zamandan beri heyecan içindeydim: Çünkü günümüz yazısında duyuların; özellikle görme duyusunun baskın olduğunu düşünmekteydim ve yazarın söz bakımından kendini salıp koyvermesine engel olan bu düzlemin içeriğini tartışmak gerektiğini söylüyordum. Bu amaçla bir yazı yayımlasam da asıl tartışmayı kitabın yayımlanması sırasına bıraktım ve yazının görselleşmesi konusunun düşünsel içeriğini belirginleştiren bir yazı daha yazdım. Bunu da yakında YKY Kitaplık'ta tartışmaya açacağım.
Son bir bilgi: Artık bütün kitaplarımla Yapı Kredi Yayınları'ndayım.
Viewing all 198 articles
Browse latest View live