"Kasap""Kanlı katil" gibi adlarla anılan padişah Abdülhamit çağının sona ermesinin üstünden yüz beş yıl geçti. Bu cahil, Sherlock Holmes düşkünü, kitap okumaz (ama polisiye roman okutup dinler) adamın gizemli bir büyüklüğü olduğuna inanmak, onun çağında büyük iktisadi atılımlar olduğunu söylemek, yaptığı katliamları ve haksızlıkları görmezden gelmek, her türlü anayasacı hareketi boğduğu gerçeğine aldırmamak, sokaktaki siyasetçinin ve ideoloğun işi olabilir. Fakat Türk Tarih Kurumu başkanı çıkıp da, onun, hasislikten değil de “strateji gereği” Musul’u mülkiyetine aldığını söylerse ve bunun arkasından da sözlerine Yurtta Sulh Cihanda Sulhçağının geçtiği fikrini eklerse bu harcıalem kahvehane muhabbetine hayretle bakmak kaçınılmaz olur.
TTK Başkanı sayın Metin Hülagu'nun Abdülhamit’e duyduğu sevgi iç kıyıcıdır; “Mithat Paşa’nın, Namık Kemal’in, Ali Suavi’nin ve binlerce meşrutiyet davası kurbanının ahı da mı böyle söyleyenleri çarpıp titretmeye yetmez” dedirterecek cinstendir. O totaliter rejimin başımıza getire getire İttihat ve Terakki’nin kanlı katillerini getirmeye vesile olduğunu, bu ekibin de Abdülhamit’ten devraldığı zalimliği hakkıyla yerine getirdiğini, yüreğinde azıcık yaşam sevgisi kıvılcımı olanlar, insanları sayıyla değil duyguyla ölçenler çok iyi anımsayacaktır.
Her türlü melun ihbarın, dilekçenin, kitabın veya raporun önce padişah övgüsü yazılarak sunulduğu o korkunç Hamidiye Çağı öyle anlaşılıyor ki onun "Han" olduğu sıfatı yanına eklenerek göklere çıkarılmıştır. Bu korkunç despot, artık günümüzde yaşayan bir devlet büyüğü haline gelmiş, kanlı bir katil değil de "milletin değerleri" arasına girmiştir. Sırtım ürpererek yazıyorum ki, şu anda onun hakkında hakaret sayılabilecek bir söz kullansam, manevi değerlere hakaretten hakkımda dava açılabilir. Tarih Kurumu Başkanı’nın konuştuğu dile bakınca 'Kızıl Sultan'ın (bu bir hakaret olabilir) zamanındaki bütün ihbar ve sorgu mekanizmalarının yeniden devreye girdiği akla gelecektir. Tarihe zilletle geçmiş, korkunç bir padişahın böylesine övülmesi nedeniyle, istibdat sevgisinin demokratik değerlerle yer değiştirdiği tam da bugün, Cumhuriyetin doksanıncı yılında, söylenmelidir.
28 Ekim tarihli Radikal’de “Biz geldiğimizde Kürtler vardı” başlığıyla yayımlanan röportajda Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Metin Hülagu, ırk zemininden çıkıp din zeminine kaymış bir siyasetin sözcülüğünü yapmakta ve Türkiye’nin yayılmacı emellerinin temsilcisi gibi davranmaktadır. Meğer ki Musul, padişah Abdülhamit’in kişisel mülkü imiş, Türkiye onu tanımadığı için uluslararası mahkemeler de bu davayı tanımıyormuş.
Öyle anlaşılıyor ki birileri çıkıp, örneğin günümüzün siyasetçileri, “Burası padişahımızın malıdır” derse akan sular duracak, tüm kapılar açılacak ve Musul "bizim" olacaktır.
Ama dikkatle bakılırsa bu tavır, akıldışı bir savaş çığırtkanlığı olmanın ötesinde, hilafetle ve saltanatla ilgili bir hortlağı çağırmak anlamına da gelir. Tarih Kurumu’nun başkanı nasıl böyle konuşabilir, akıl alacak şey değildir. Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü kuvveden fiile çıktı: Artık Tarihleri Ayarlama Kurumu’na sahibiz, burada her türlü hayırsız ve yararsız iş yapılabilir. Ey George Orwell’in ruhu geldinse üç kere vur, çünkü biz 1984 romanında olan biteni büyük bir korku distopyası halinde yıllardır yaşıyoruz.
Başkanın sözlerinden ne anlarız? Tarz-ı Hamidiye siyaseti gereklidir. Musul’u alabiliriz. Kürtlerle kavgaya gerek yok ama sonra onları dövebiliriz. Çünkü ilkemiz savaş olur; kim aykırıysa ezeriz, kim anayasa derdine düştüyse boğdururuz, çevremiz ateş çemberine döndükçe hırs ve heyecanla herkese savaş açarız.
Sayın Hülagu, Üsküdar-Sarayburnu arasındaki tüp geçide Hamidiyeadının verilmesini öneriyor, sıkılmadan! Bu adı Ermenileri katleden Kürt birlikleri için kullanmamışlar mıydı? Başkan Bey, TTK şeref üyelerine Yavuz Sultan Selim Cübbesi giydirilecek bir tören hazırlayacakmış. Bilim adına övünülen kişiye (yani padişaha) bakıp da hizaya gelelim: Gömleğinde yere çöküp dua eden adam simgesi bulunan padişahı bilim töreninde anacaklar ve bilim insanlarını bu simgeyle onore edeceklermiş, çünkü o adam motifi bir hayat felsefesiymiş. Felsefeden anlayana da anlamayana da ders vermeye kalkan Tarih Kurumu başkanı, felsefe bilmiyor: Çünkü inancı “felsefe” olarak adlandırmak için felsefe bilmemek şarttır.
Bu ülkede bilim adına birilerini onore edilecekse, yalnızca Hezarfen Ahmet Çelebi bile bin padişahtan evladır: Hezarfen’i temsilen, “cüppelerinin kollarına kanat motifi işlenmiş şeref üyeleri” göreceğimiz günlerdeki Tarih Kurumu Başkanı’nı hasretle beklemek için çok fazla neden vardır.
Bilim adına ideologların başkanlık ettiği Türk Tarih Kurumu, ülkemizdeki zihinsel yıkımın öncüsü olmaktan çıkarılmalıdır. Bu gidişle tarihi bir bilim değil de zulümle insan yönetenlerin kutsandığı bir fikir düzlemi olarak görmekten başka bir yol kalmayacaktır. Bunu anlıyor ve insana saygısızlığın bu kadarından endişe ediyorum.
Bütün yeteneksizlerin, çapulcuların ve katillerin, "Tanrı'nın gölgesi padişah"ın çevresinde öbeklendiği, bu ülkede yaşayan tüm dinlerden ve dillerden insanların haksızlık nedeniyle çılgına döndüğü, seçme subaylarının dağa çıktığı bir zulüm dönemini övmek ve o çağı doksan yaşına giren Modern Türkiye'nin siyaseti için bir model haline getirmek akılla açıklanabilir bir şey değildir. Bilimsel kuruluşlar kanlı zalimlerin izlediği siyasi manevraların övgüsüyle değil, bilimsel tarafsızlıklarıyla anılır.
Abdülhamit çağının övgüsü bütün yasalcı, parlamentocu, çok kültürlü ve özgürlükçü eğilimlerin reddidir: Abdülhamit Han diye övülen kişi, yüz yıldır bu ülkede reddedilen bir insan tipini temsil eder, adı her anıldığında "Kahrolsun, Yere batsın" diye bağrışılan adamdır. Onu günümüzde övmenin bir tek amacı olabilir: Abdülhamit'ten sonra ortaya çıkan bütün askeri kadrolardan öç almak. Bu siyaseten seçilmiş bir yol olabilir ama bilimsel bir kurum da eğer bu seçimi destekliyorsa bilimsel değil, siyasi bir içerik edinmiş olur. Birinci ve İkinci dünya savaşı öncesinde Germenlerin nasıl dünyaya hakim olacağı tezini işleyen Alman "bilginleri" ve kurumları akla getirildiğinde, dünyayı kan gölüne çevirenlerin yalnızca siyasetçiler ve para babaları olmadığı, bilim kılığında dolaşan ideolojinin asıl büyük sorumlu olduğu anımsanmalıdır.
Türk Tarih Kurumu Başkanı'nın bu sözleri söylediği konum ile kahvedeki vatandaşın ağzına geleni söyleyebildiği konum bu kadar benzeşikse orada bilim, vicdan ve iyilik adına kaygı duymaktan başka yapacak bir şey kalmamış demektir.